14 Kasım 2009 Cumartesi

SARKAÇ

SARKAÇ > > VEYA UZUN BİR CEVAP> > -Seni düşündüğümde daha hızlı atan kalbime ve ışıyan ruhuma-> > “ben senin sisinde kayboluyordum”> lale müldür> > "ama Tanrının huzurunda diz çökmüş, > sessizce yakaran insanlar gibi, > tıpkı benim seni sevdiğim gibi... hiç kimse > seni bir daha öyle sevmeyecek!" > adolfo becquer> > “kalbimi korumalıyım!!!! işte o yüzden etrafına mayınlar döşedim..tel örgüler çektim.. ama bazen uzaklardan geçen yolcular gördüm..tel örgülerin kenarından geçip giden.. biri durdu, tel örgülerden içeri baktı.. ve ben; o yolcunun yanımda olmasını çok istedim..ama kendi döşediğim mayınları, tel örgüleri aşamadım bir türlü..işte bir araya gelemeyişimiz bundandır..bu yüzden sesim sana hiç ulaşmadı...tel örgüden bakan; senin için kalbimden vazgeçtim farkında mısın?” (bir zamanlar yazmışım)> > > insan için en zor anlar; tüm soruların cevabını bildiğini sandığı anlardır.. en yorucu anlarda o zamanlardır sanırım..bütün sorulara cevap verebilecek gibi durursun.. karşıdakilerde inanır buna..ama değildir hiç de öyle.:.. aslında bütün cevapları bildiğini sandığın an anlarsın hiçbirşey bilmediğini...> > kelimelerle hayatına girenler, bir süre sonra gerçek olduğun da; anlarsın ki gerçeklik, yani ,hani nefret edip de kaçtığın şey...ne kadar da haklı bir nefretmiş..bunun en belirgin örneklerinden biri knut hamsun’dur benim için.. belki de benim hikayem diyebileceğim “dünya nimeti’ni” okuduğumda bayılmıştım ona..hayatına dönüp baktığımda nazilere destek olduğunu okudum..ondan nefret mi etmeliydim, hala bilmiyorum ama biliyorum ki hala seviyorum onu, yazdığı tek bir cümle bütün günahlarını hala afettirebiliyor bana... bilincinle sevmemen gerektiği haykırılırken sevmeye devam etmek...ne garip bir tenakuz... Tanrı’da sevmez mi kullarını günahlarına rağmen... kusurlarıyla sevilebilmek ne büyük nimet... ama hayat dedikleri; hani çocukken, ben büyüyünce şöyle olacağım dediğinde, büyüklerinin, yüzlerinde ironik bir bakışla, sana baktıkları ve o anda hayatın ne menem birşey olduğunu hisseder olduğun zamanlarda yaşadığın duygular gibi herşey....evet, hayat yaşatıyor insana herşeyi, kınadıklarını da...> ama belki de budur zaten hayatı hayat kılan... > > ne çok “ama”...> > bazen düşünüyorum da, neden hayatımda olanların, ben hayatındayım diye...bazı zamanlar anlamlı tek bir cümle kuramıyorum...ama bir biçimde tüm eksikliklerimle sürdürüyorum onların varlık alanlarında yaşamayı...ki onlara verdiklerim nicedir, aldıklarım nicedir?...bilmezken.. tam bir hesap dökümü mümkün değil...biliyorum...ama bilmek yetmiyor işte..> > dünya nimeti’nde kahraman, çirkin adam ama güçlü ve hayata tutunan adam bir yerden geçerken ki orası bir dağ başıdır orasının evi olmasına karar verir... ve sonra gene yoldan geçen tavşan dudaklı bir kadını karısı yapar...ve doğaya karşı ev kurar...ve zengin olur vs...o romanın en güzel yanı buydu; hayata karşı büyütebildikleri... yavaş yavaş da olsa birşeylerin büyüdüğünü görmek farketmek güzel bir şey...sevginin büyüdüğünü görmek de öyle sanırım..> > gözlerdeki etkini farketmek...sevgiyi duyumsamak.. ya da şaşkınlığı farketmek güzel bir duygu... yaşamak denen etkileşimin en güzel anları sanırım bir başkasının gözlerinde kendini görmektir.. kent yaşamının en kötü yanlarından biri bu değil mi?...kimse kimsenin gözüne bakmıyor...sen herkessin...ve bu dayanılmaz bir duygu...> > zaman hızla ilerliyor sabah ezanı okunuyor...küçücük farklarla camiler ve ezanlar birbirini takip ediyor... birazdan uyanacağız hepimiz...işi olanlar işlerine koşturacak... okulu olan okuluna.. aslında birbirimize benzeşen şeyler yaptıkça ne kadar çekilmez olduğumuzun öyküsü gibi kapitalizmin bize yaptırdıkları...aynı anda aynı şeyi yapan insanların makineye dönüşen ve duygusuzlaşan mekanikliği... şarlo o yüzden, makineleşmeyle bunca dalgasını geçer modern zamanlar’da...ancak mekanizmalara karşı durabilecek kadar güçlü olduğunda yapar bunu, ama o da.. ya da eisenstein‘in potemkin zırhlısında odesa kentinin merdivenlerinde koşuşan o kalabalık....materyalizmin yarattığı iki şey kapitalizm ve komünizm...ikisi de birbirinden bahsederken haklı ama kendi dünyalarında çok da başarıya imza atamamış iki sistem.. sanırım futbolda olduğu gibi hayatta da sistemler insanın bünyesine de çeşitliliğine de karşı çıkan bir şey.. o yüzden tek başına farklı şeyler yapan futbolcular hep unutulmaz olmuştur.. takım oyuncusu olmaksa daha uzun zaman top koşturma şansı ve belki de daha çok kazanma şansı vermiştir...ama biz hala yıldızlar gibi bir yanıp sönen ama farklı lezzetler katan oyunu güzelleştirenleri anıyoruz...sistemler bünyemize uygun değil... kitleselleştikçe... ruhumuz eriyip gidiyor içinde...> > bunca gereksiz gibi görünen şeyi aslında kendime ve sana bir çit örmek için yazıyorum... milli park gibi... hani özgürce dolaşılan ve avcılardan seni koruyan bir çit...erkek olmak bir genelleştirme alanı bir sistemin parçası olarak doğuyorsun yani.. kadın olmayan olarak..bunu farketmen hayatının yaklaşık 15 yılını alıyor aslında...sonra karşı tarafı çitin diğer yanını anlama çabaları..ve sonra kendince alanlar oluşturmak için atılan adımlar... evlilikler.. arkadaşlıklar.. adların çoğaldığı, ama adı birlikte olma arzusunun tezahürleri olan bir sürü biçim...> > ben sistemlerin dayatmalarından kaçıyorum.. oyunlardan biçimlerden... ama biliyorum ki hepsi benim de kodlarımda var...ama genede kaçmaya çabalıyorum tüm verili şeylerden...sınırlardan çitlerden...gidip avcıların içine de oturduğum vaki, avın göbeğine de...ya da bir dağ başına..insanım ve herkes insan biliyorum.. en başarılı görünenimizden en başarısız görünenimize dek... aslında öykü basit sana öğretilen oyunu oynamak isteyip istememen herşeyi belirliyor...başarı denen şey aslında o yüzden komik de....> > hayata dair uzun bir vaaz gibi görünen bu yazı aslında bir su damlası.... yolunu arayan bir su damlası... yatağını arayan nehir değil ama, çünkü o kadar güçlü değil içindeki kelimeler...> yazmak da kelimelerle yollar aramak galiba.. ve en zor yazılarımdan biri bu...çünkü bir çıkış bulmam gerekiyor ki şimdiye kadar hiç çıkışın yerini gösterebildiğimi sanmıyorum...> > aslında tamamını, bitince, eğer biterse, okuduğumda ne anlattım ben diyebilirim...o kadar kötü bir yazı bu... kaos işte...> > ama içinde sana cevap verme zorunluluğu olan bir yazı bu... neden sorusunun cevabını kim verebilmiş bugüne dek bilmiyorum... sadece şu an okunuyor olmak ey okur dünyanın en güzel şeyi...bir cevabım yok benim..bunu stephen king kara kule adlı kitabında ispatlar mesela tam 7 cilt birşey olsun diye beklersin ama en sonunda olan aslında bir tekrarlama ritüelidir.. bir kulede son bulur her şey.. babilin kulesi king’in kulesi... o yüzden seni bir kulenin merdivenlerinde dolaştırdığımdan ne kadar eminsem, seni en yükseğe çıkarabileceğimden de o kadar emin değilim... ama hayatın sadece bedensel maddi temelleri olmadığını çocukluğumuzdan beri yaşadıklarımızla biliyoruz.. kimse öylesine girmiyor hayatına...bazen en uygunsuz görünenler bile...ki ben bir uygunsuzumdur. Hiçbir zaman yapbozlara uymayı başaramadım...> > şimdi hayat alıp götürecek bizi.. iş dediğimiz dünyevi oyalanma biçimlerimizle uğraşırken belki bu yazıyı okumak bir hava deliği açacak bize...yorgunuz biz...hepimiz...birimize özgü bir şey değil bu...eğer hayat denen şey yormasaydı ölüm olur muydu ki...o yüzden uyku gibi ya ölüm...en çok uykuya benziyor ya....ölümden söz etmek altıkırkbeş’in sloganını hep hatırlatır bana ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki diye...> > o yüzden ben kendi içimde yaşarken ve kendi dünyamda...bir biçimde tüm sınırları aşıp bana seni getirdiği için kelimelere müteşekkir olmalıyım... zor herşey..ve bu yazı hiç ama hiç duygusal değil...çünkü sanırım koordinatlarla ilgili ve o yuzden bunca zorlukla odaklanabiliyor okuyanda yazan da...ama coğrafya da gerekli bize... yerimizi konumumuzu bilmemiz gerekiyor.. x-y koordinat düzleminde bana sen bir sarkaçı hatırlatıyorsun...sürekli koordinatlar üzerinde gidip gelen ve sana ait bir noktanın belirlenemediği bir sarkaç... o yüzdendir ki bir koordinatın yok.. seni bulabileceğim bir adresin yok...sen yoksun ve bir an sonra varsın...kuyruklu yıldızlar gibi döngüsel; bir sarkaç...> o yüzden her gelişin yada üzerime her gölgen vurduğunda bir serinlik dugusu sarıyor içimi...ben ayakları dahi sabitlenmiş biriyim...ama gölgen üzerime düştüğünde zinim ve ruhum seni özlüyor...adresi belli biri olmak bu... o evden taşınamıyorsun bir türlü... hani herkesin bildiği numaranı değiştirememek gibi...> > bir sarkaç gibi hareket eden bir ruha dokunabilir miyim bilmiyorum...kumruları severim daha önce de yazdım onları çok eskiden..pencerimin önüne yuva yaptıklarında...> ama sabah sabah yazınca insan...> yetmiyor kendi kelimeleri...> kumruları ve aşkı anlatan ve aslında herşeyi özetleyen bir şiir..> > “ormanda bir kuş hızla dönüyordu.> Aşık olduğumuz zaman> Yürek denen ormanda> Ya da orman boşluğunda> Bir kuş anormal bir hızla döner> Ve kaçmamız gerektiğini söyler bize> Çünkü herşey çok fazladır> Kendi etrafında nefes kesici bir biçimde> Dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri> Yaralar; tehlikedir onun adı> Bunun için aşkı hiç kimse> İnsanın kendi arkadaşları bile > İstemez. > Kumrular sakindir bir tek.> Ben kumru değilim,> Sen de.> Bunun için birbirimize yanaşamayız...> > Seninle biz hiç kavga etmeyelim> Çünkü geyikler kavga ettiğinde > boynuzları birbirine dolanır ve> ölürlermiş... > ....> kumru değiliz biz.> Geyiklerin sonu da çok acıklı.> Ne kalıyor geriye? “ lale müldür (saatler/geyikler)> > İçimdeki kalbimi kalbinin yanına bırakma isteğine karşı duruyorum...ama garip bir neşe var ruhumda gene de...belki dönmenin verdiği bir şey...ama ayaklarım yere çivelenmişken hiç bu kadar yukarı çıkmadı ruhum... bunu anlamlandırmak güç biliyorum...belki de boş işler..belki de imkansızı anlatıyorum her daim... ama aşkla dolu bir ülke kalp...ve seninle kalbimde yeni yerler el değmemiş ülkeler keşfediyorum...ilk kez değil bu aşk da keşif de...ama şimdi daha iyi anlıyorum dünyanın özüdür insan...ve keşfedilecek çok yer vardır içinde....antartikaya aşıkken büyük sahra çölünü de sevebilir insan...20 yaşımda inanmazdım buna.. 15imde lanetlerdim...25imde gülüp geçerdim...30umda inanıyorum...40ımda sanırım yeterince yorgun olacağım... günah çıkarma değil bu...bir kalbe iki aşk da sığarın manifestosu hiç değil...”karşımızdaki insanın gözümüze ilişmesi aşık olmak sayılabiliyorsa tutkumuzun hedefi kimdir?” sorusunun cevabıdır belki de....> > Bir şövalye tüm soruların cevaplarını bilir mi matmazel?...bilmiyor emin bile olamıyor...bir su kenarında sadece ruhunu temizliyor...suya bakıp paslanmış zırhıyla hayata bakıyor ve gözlerine...bir başka hayatın müjdecisi gibi duran gözlerinize... ki başka bir hayat olmadığını biliyor şövalye...ve ırmak çay dere ya da deniz bu suyun ne önemi var ki...> Arınmak dışında.. ve sen bırakıyorsun ellerini denize gitmiyorsun...karada kalmayı seçiyorsun..çünkü kendini bırakmaman gerektiğini düşünüyorsun... bir şövalye tehlike demektir... hep yaptığın gibi tedbiri elden bırakmıyorsun güvenmiyorsun...her daim savaşa gidecek her zaman yanında olmayacak olanın kalbindeki işgalinden korkuyorsun...ama bil ki şövalyeler de korkar... matmazel sizin gözlerinizde korkutuyor...aslaların eridiği bir dünya burası buzulların eridiği dünya burası...şövalyelerde korkar işte...tıpkı matmazeller gibi....> > ve bir erkek aşkın vakti geldiğinde kendi romanını yazar...bir katıra biner, yanına hizmetli olarak bir eşeğin sırtında gezen bir adamı tutar ve bir hizmetçiden bir prenses yaratır...sonra gider onun için 800 sayfa boyunca koşturur ta ki ölüm onu bulana dek...bir erkek eski püskü ve komik demode olmayı göze alır aşkın vakti geldiğinde... yeldeğirmenleriyle savaşır... çocuklar tarafından taşlanır... ama dulcinea için katırıyla gezmeye devam eder...aşk budur diğerlerinin sözlerinin duyulmaz olduğu andır o... belki o yüzden de büyüleyicidir...> > bende melankolimden bir pelerini sırtıma geçirip, elime hüzünden yapılmış bir kılıç alıp yollara düşüyorum...yazıyorum... Lawrence durrel'ın justine'in de bir söz vardı.. kadınlara ya aşık olursun ya acı çekersin ya> da yazarsın diye.. don kişot acıyı, mecnun aşkı seçti….> > ben keloğlandım, sen aykız..aşılması gereken dağlar vardı..aştım..nice menzil gösterildi..gittim..hadsiz anlaşılmaz bilmeceler soruldu.. bildim.. sadece gözlerinde yansıdığımı görmek için..ışıltında kaybolmak için geldim.. sen yoktun.. ya da ben mi geç kaldım.. hala aynı yerde bekliyorum.. çözülecek bilmecede gidilecek yolda kalmadı.. bir kez olsun gözlerine bakmak için.. ben keloğlandım..sen aykız..bu da bir modern zamanlar masalı..son kez yaşanan..> > > belki müzik çözer herşeyi..> > Fonda mozart çalıyor... arp ve flüt için konçerto... ruhum sıkışmış gibi...arp çaldıkça rahatlıyorum...belki de arpı çalan bir melektir...melekler ellerinde arplarla gezerler değil mi?> > Arplarıyla melekler tasvir ettiklerinde, kadim zaman ressamları, acaba mozartın arp ve flüt için konçertosunu, bestelenmeden önce ruhlarında mı hissetmişlerdi?.... > > Biliyorum her insan gibi üzüyorum bende, bencilce davranıyorum çoğu zaman, anlamıyorum bazen, bu muydu dedirtiyorum....yalanlarımla, kendime bile anlatamadığım hatalarımla var olmaya çabalıyorum... kimse kimseye yetemez biliyorum...herşeye yetmeyi denediğim için biliyorum bunu... ama içimde hala el değmemiş bir yer var.. bu yazılar oranın oraya ait... insan gibi olmadığım insandan daha öte biri olduğum en güçlü an yazdığım an....ama gözlerine bir an baksaydım o anı da buna eklerdim emin ol... hayatın keşmekeşi içinde yazılanların bir anlamı yok biliyorum.. küçücük bir tebessüm belki, belki küçücük bir damla yaş...belkide tepkisiz bir geçiştirme..ama hepsi insani...şunu biliyorum....> > Tüm benliğimi sarıp sarmalayan duvarlardan sıyrılıp şimdi yanına gelip az sonra uyanıp hayatın kaosunun bir parçası olacak huzursuz uykunda yanında olmak isterdim... bir erkek olarak değil... bir ruh olarak...dokunmak isterdim kalbine seni uyandırmadan... kalbini yıkamak isterdim gözyaşımla ve yağmur suyuyla.... ve senin uyumaya devam etmeni dilerdim... korkusuzca fütursuzca....yazarken benim sana geldiğim fütursuzlukla... ama biliyorum ki gelemem gelsemde sen beni kabul etmezsin...ama ruhum seninle...küçük bir parça da olsa seninle...prangalı bir tutsak; akrep, nasıl aşık olur ki, yelkovana? Ve sen gözlerini açtığında yok olsaydım... gözlerini bir anlığına görüp... ve sen kendi gözyaşlarınla yıkasaydın ruhunu ve ben dua eder gibi mırıldansaydım;> > > > keşke gözyaşlarını silebilseydim..> > keşke gözünden süzülen yaşların mutluluk kaynaklı> > olsaydı..> > ama değil biliyorum ve bu benim içimi acıtıyor..> > keşke bağıra bağıra ağlasaydın ve gözyaşlarınla> > yıkansaydı üstüm başım ama > > sana senin yanında olduğumu gösterebilseydim..> > sana sarılsaydım ve sen öylece gözyaşlarını bağrıma> > akıtsaydın..> > belki acıların azalırdı o zaman..> > yalnızlığın biterdi..> > artık haykırmak istiyorum yalnız değilsin demek> > istiyorum ama...> > o kadar aptalca şey aramıza giriyor ki dokunamıyorum> > sana..> > elimi uzatamıyorum..> > çok ama çok uzaklarda senin için atan kalbimi> > duyuyor musun..> > beni hissediyor musun..> > seninle ağlayan biri var..> > her ne kadar bunu göstermekte zorlansada..> > seni özleyen ruhumu hisset..> > seni seven kalbimi farket..> > gözyaşlarını seviyorum...> > seni seviyorum.. > > “tedbirini terket takdir Tanrı’nındır. Sen yoksun bütün o varlıklar senin vehmindir senin şüphendir” Şeyh Galip> > gültekin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder