21 Ekim 2009 Çarşamba

MUKADDERAT

MUKADDERAT


son bir haftam ya da daha uzun bir zamandır; tristita otilis (iyi niyetli hüzün) ile tristita mortifera (kötü niyetli hüzün) arasında bir salıncakta sallanmakla geçti! ve ben hep ama hep salıncaklardan düşmüşümdür... ilk düşüşüm ulu ceviz ağacından trabzonda bir tatilde olmuştu.çocuktum.. onu hatırladıkça cümlenin içindeki kelimeler bile devriliyor işte.. o canımı yakmıştı. sonuncusuysa zincirlikuyudan mecidiyeköye giderken sağdaki parkta yaşandı. askerliğime ramak kalaydı..şimdilerde dargınlığımın saksılarında zehirli karanfiller büyüttüğüm -ki onu bile beceremedim, karanfillerin hepsi öldü bu salı- bir dostta(!) vardı. ve ben utandım.. yani ilk ve son salıncak maceralarımın bir ucunda acı bir ucunda da utanç vardı.. tıpkı bu yazı gibi..bugün bir kez daha
düştüm..
bugün kaçımız gözlerimizi yumduğumuzda hayal ettiğimiz bir dünyaya gözlerini açıyor her sabah? bugün onlarca defa söylediğim sihirli bir sözcük var: mukadderat.. bu herşeyi anlatır mı bilmiyorum.. ben herşeyi anlattığını umuyorum.. sığındığım bir liman belki.. futboldan basketboldan filmlerden konserlerden eşden dosttan falan oluşturduğum o tatlı hüzünden kurtulma çabalarımda geç de olsa bu kelime yardımıma koştu.. bu sabah uyandığımda gelmedi aklıma bu sözcük.. keşke bu kadar kolay olsaydı çözümler hayatta.. bir telefonla başladı herşey.. ses benim bir arkadaşımın, ortaokul yıllarından beri birlikte olduğumuz, zamana yenilmemiş bir arkadaş.. yine aynı yıllardan bir arkadaşın 46 yaşındaki hiç bir rahatsızlığı olmayan annesi gece uyumuş ve bir daha
uyanamamış.. ve ben cenazeye gittim..mezarlığa gittim.. bir tabuta omuz verdim ve bir arkadaşa bir teselli vermek umuduyla söylendim: mukadderat... ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilirdi ki? ikimizde aynı teselli sözcüğünde buluştuk: mukadderat.. şimdi içimde bir hüzün var ama o iyi niyetli bir hüzün(tristita otilis).. ve en kolayı arabesk(tristita mortifera) bir acı yaratmakmış o yüzden uzun bir süredir yazmaktan korkuyordum.. hayat karşımda ne kadar nezaketsizce(!) davranıyor olsa da ona karşı saygımı kaybetmemeliydim..çünkü bu en başta kendime yaptığım bir haksızlık olurdu.. gerçi bu noktaya varmak zordu.. belki yüzlerce kez daha düşeceğim salıncaktan...belki gülünç olacağım belki acınacak bir halim olacak..bir rüyayı yaşatma çabamla.. ama bir gün
gözlerimi kapatacağım ve hayal ettiğim gibi bir dünyaya uyanacağım.. belki annesi bulduğu o dünyayı bir daha kaybetmek istemedi kimbilir..ve hepimiz defalarca uyuyup uyanacağız..dilerim herkesin rüyaları gerçek olur, bazen rüyalarda kesişir yollarımız tekrar uyanmak şartıyla, kimbilir...ve biliyorum ki ne zaman gerçek cümleler kursam bir rüyayı daha yaşama şansımı yitiriyorum.. ne denirdi böyle durumlarda:mukadderat... mukadderat.. sahi kaçınız hayal ettiğiniz gibi bir dünyada yaşıyorsunuz... hayat iki kapılı bir hanmış.. en kötüsü sadece girişi ve çıkışı kalıyor hatırda.. ve seni saygıyla öpüyorum ilk ve son kez, gözlerimde yaşlar aklımda tek bir söz:..mukadderat.. sana ait hüznümü bir başka rafa kaldırıyorum. hep gözümün önünde olacak ve saygıyla
hatırlanacak bir rafa!!!!tıpkı vazoda saklanan bir ölünün külleri gibi ve ben bugün bir kez daha salıncaktan düştüm: gülmek de serbest ağlamak da.. ve ben galiba yeteri kadar ağladım ağlanmaması gereken şeylere...acemiliğime verin olur mu?.. gördüğüm rüyaları hatırlamamı engelleyen bir ilaç var mı? bir rüyayı başka bir rüyayla kovmaktan başka? ve şimdi biliyorum -iş işten geçtikten sonra denir böyle zamanlarda ama olsun- seni sevdim galiba (kurallara göre bu söylenmez ama).. hatta bir dostu kurban verdim galiba...ya da bir dost beni.. herneyse buraları hatırlamakta güçlük çekiyorum sadece acıyı hatırlıyorum... ya da öyle sanıyorum.. galiba ben rüyamda bir yazı yazıyorum..ve seni sevme hakkımı saklı tuttuğum çekmeceyi adını bilmediğim bir denize atıyorum..
en son hatırladığım şey salıncaktan düştüğüm.. ve en kötüsü bu sefer ne hissettiğimi bilmiyorum... bütün bu yazdıklarım nedir aslında: kalbimde bir de "deniz" varmış, çekmecede oradaymış... ve ben şimdi üstümü temizliyorum...ve gözlerimi kapatıyorum.. ve kulaklarımda tatlı bir teselli nağmesi..mukadderat!!!!!!!!! ölüm,bir dostu yitirmenin acısı, ve senin varlığın (aslında hiç olmayışın)ya da yokluğun,ve benim gereksiz duygularım bu yazıyı yazdırdı..ve ben de "konuştum" işte...hep filmin sonunda gerçekleri(!) söyleyenler gibi..buraya bir atilla ilhan gider mi sizce?
... gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
saygılarımı ve tabii ki karşılığını ödeyemeyeceğiniz sevgilerimi sunuyorum sizlere...

ASLOLAN YALNIZLIKTIR

ASLOLAN YALNIZLIKTIR...


hepimiz bir adada yaşıyoruz... bazen yapayalnız robinson gibi, bazen hep birlikte ama her durumda bir adada yaşıyoruz.. hani lise yıllarında öğrendiğimiz sonra bulmacalarda sık sık karşılaştığımız ada tanımı var ya: etrafı suyla çevrili kara parçası... peki hangi kara parçasının etrafı sularla çevrili değil ki? tüm kara parçaları okyanuslar içinde değil mi? 6 milyar insan bir adada yaşıyor işte... küçük diye heybeli ada olurken neden avustralya ada değil? bu belki algılarımızla kainatı algılayışımız ile ilgili.. kendimize bakışımızla ilgili.. olduğumuz yeri ne kadar büyütürsek büyütelim bir adada yaşıyoruz!
yukarıda verdiğim o klasik tanımın anlattığı belki bağlantısızlıktır. hiçbir şeyle bağlı olmayan ve bir şekilde bitimini görebildiğimiz şeylere ada diyoruzdur. öyleyse dünya da bir adadır güneş sisteminde, ve güneş sistemi de bir adadır samanyolu galaksisinde(ki galaksinin türkçesi gökadadır) ve samanyolu da evrende...
peki kaçımız farkındayız birer robinson olduğumuzun? ve bir cumaya olan ihtiyacımızın.. bir insan eti yiyenin dostluğuna arkadaşlığına yoldaşlığına sevgisine muhtaç kılan nedir bizi? anne karnındaki bebek görüntüsünü düşünsenize bir sıvı içinde yüzen ceninleriz hepimiz.. yapayalnız, karanlık.. orada da bir adadayız..
tıpkı öldüğümüzde bize bahşedilecek adacık gibi..
peki aşk bu yazının neresinde..aşk, doğumumuzdaki ve ölümümüzdeki yalnızlığımıza inat ikisinin arasında kalan hayat adasını paylaşma isteğidir.. ya da Tanrıya bir direniş.. ölüm bizi ayırana dek.. bir an için yalnız olmadığımız yanılsamasıdır belki.. aşk inanmaktır: yalnız olmadığına..peki ayrılık nedir?
04.12.2002

ÇÖL/AT/SEN

ÇÖL, AT VE SEN


"çölde isimsiz koşan bir at var.ne sağa ne sola ne kuzeye ne güneyeyani her yere ya da hiçbir yere koşandelimsirek bir at var: işte o at benim...yoksa ben de çan çiçeklerininusul usul fısıldaştığı o hayatsularının önünde olmak isterdim."(Lale Müldür)

bir boşluk düşünmem lazım..eski hayatıma dair hayaletlerin rahatsız etmediği bir boşluk.. hayatımın tüm koridorlarını boşaltmalıyım.. herkesten ve herşeyden uzak kalmalıyım..sanki hiç var olmamış gibi.. sanki yanıbaşında olupta doğubayazıtta olduğumu düşünmek gibi. 7 ay önce bir ismim bir yönüm vardı yada olduğunu sanıyordum tıpkı hepimiz gibi.. halbuki herşey ama herşey bir vehimmiş..sadece varlıklarına inanmışım.. ağrı dağının beni bir dervişe çevirmesinden korkmuştum.. insanları gerçek suretleriyle görmekten korkmuştum..ama insan bilmeden erebilir mi.. ya da zihnin berraklığı bunu sağlar mı bilmiyorum.. bu anlattıklarım spirütüel bir şey değil.. belki de öyledir.. yakınlıkla ilgili uzaklıkla ilgili..insana dair birşeyler işte.. yada insanın bir andaki durumudur anlattıklarım.. belki de bu benim görmek istediğim şeydir.. yalnızlığın dayanılmaz cazibesidir bu.. 2002 yılına ne zaman başladık artık hatırlamıyorum..bu yıla birlikte adım attığım hiç kimse yok şimdi yanımda.. ve bu yıl yaşadığım herşeyi iki kere yaşadım: giderken kış bitmiş ilkbahardı zaman, orada 25 nisandı hala kar vardı..yani iki kış vardı.. sonra haziran ortalarında çiçekler bir kez daha açtı..ilkbahar gelmişti.. yani iki ilkbahar vardı.. ve diğerleri.. gelirken kış kapıdaydı burada sanki hala yazdayız..bir yıla iki kış, iki bahar, iki yaz, iki güz ve iki aşk sığar mı? iki şehir bu kadar ikiliği taşır mı? yapraklar iki kez dökülür mü? ve ben hala bu labirentten çıkışı bulabilmiş değilim... sanki alacakaranlık kuşağındayım.. herşey iki kere yaşanacak diye buyruldu sanki! küllerimden yeni bir anka kuşu doğar mı diye meraktayım.. sanki kaf dağının arkasında saklanan benim.. ve herşey şüpheli artık.. şu an yaz mı, kış mı, yoksa sonbahar mı? yaşadığım şeyler aşk mıydı? aşk sürekli düşünmek mi? arada kızıp küsmek mi? müslüm baba dinlerken ağlayabilmek mi -öyleyse ben hiç ağlayamadım ve ağlayan çok adam tanıdım-? orada yaşadığım aşk mı, burada yaşadığım aşk mı daha kutsaldı? ya da ağrı dağı mı daha yüce, kayış dağı mı?
sen şimdi çok ama çok uzaklardasın.. ama hala seni seviyorum ya da öyle olduğuna inanmak beni rahatlatıyor bilmiyorum..ama galiba benim hazan mevsimim oradaydı ve benim bahçemde artık tek bir yeşil yaprak kalmadı.. oradaki mevsimler gerçekti ve oradaki sen gerçektin.. bir de sevgim.....
ne garip hep sana uzak olmayı -orada da burada da- başarmam..
ve son bir soru.. yaşadığım herşeyi orada bırakmam mümkün mü? mevsimler ve sevgin de yolculuk yapamaz mı? sevgin benimle kalamaz mı?
"odamda bir köşede tavana kadarmercan kırmızısı bir alev yükseliyoryitirilen şeylerin alevi o:dostlukların, aşkların, ideallerin..." (Lale Müldür)

RUHUMDAKİ LEKELER

RUHUMDAKİ LEKELER...


parmağınızdaki lekeler bir türlü çıkmıyor.. bu türk tarzı demokrasinin bedeli belki.. başbakanını asmış bir ülkenin parmaklarında demokrasi lekesi taşıması traji-komik bir şeydir belki.. dağda gezen çoban soğuk dağ sularında elindeki lekenin çıkması için çabalarken boğazdaki villasında oturan zenginde aynı çabayı sergilemekte.. hani insanlarının sadece öldüklerinde eşit (!) olduğu bir ülkede işte bir eşitlik fırsatı daha..lekeli bir eşitlik ama olsun...ve benim ellerim tertemiz..parmağımda leke yok..geleceğimiz adına elimi kirletmemeyi zorunlu nedenlerle de olsa başardım..olan ve olacak hiçbir şeyde benim bir katkım ve etkim yoktur! peki parmağında hint işi mürekkep taşıyanlar şimdi mutlu musunuz?
ve ben? istanbul caddelerinde dolaşırken ya da bir dostun yanında ortururken parmağında bir iz taşımanın, sizin gibi olabilmenin uzak ihtimalini düşünüyorsam, eğer herşeyin geride kaldığı bir hayatın acısını taşıyorsam ve hayata eskisi gibi bakamıyorsam... lekeli bir eli darp izi taşıyan bir ruha tercih etmez miydiniz?.. hala tek tek yazamıyor oluşum bile totaliter yapının bir izi değil mi?.. bunları ağlamaklı bir ifade gibi algılayanlar oldu belki..anlattığım şeylerde yaşayan insanların acısıdır beni hüzünlendiren, acıklı bir filmi seyreder gibi..acının bir parçası olmadım ben, o acıdan payıma düşenler hep küçük şeylerdi.. ben belki hepimizin yaptığını o kötü şeyi yapıyorum: bir seyirci gibi ağlıyor ve gün yapan kadınların bir araya geldiklerinde
birbirine anlattıkları o pembe dizi öyküleri gibi bende size anlatıyorum.. karşınızda acı çekmiş bir ruh yok..belki acılara duyarlı bir ruh..ve sonra kadınlar: ....önce hüzünlenirler sonra kendi hayatlarının dizi kahramanı zavallıcık kadar kötü olmadığını düşünüp keklerini yerler, çaylarını içerler.. ve bütün kadın günleri gibi finalde şen kahkahalar vardır -halimize şükretmeliyiz temennileri gibi kahkahalar- ve şimdi o filmi seyreden ben -anlatıcınız- huzurunuzdan ayrılıyorum.. artık benimde parmağımda bir leke olmalı ve herşeyi unutmalıyım.. uzaklarda bir yerlerde acının olduğunu biliyorum...acı uzakta mı? aslında sivil acılar zamanı artık.. ve siz onları zaten biliyorsunuz...ne de olsa "asıl askerlik şimdi başlıyor."
ve ruhumdaki türk işi lekeler hala çıkmadı...........
LAHİKA:(artık erkek oldun diyen sevgili büyüklerime)
toprağım(!) nihat genç lemandaki bir yazısında erkekliğin üç şartını saymıştı..sünnet, askerlik ve evlilik(o gerdek diyor gerçi)..ben ikisi konusunda tecrübeli sayılabilirim diğeri konusunda ise tecrübeli arkadaşlardan duyduklarıma bakarak içlerinde en eğlenceli olanın tüm kanlı yanlarına rağmen sünnet olduğuna eminim..tüm erkekler sünnet olmanın acısını unutun..çünkü başka eğlenceli bir şey olmayacak hayatınızda..her gelen aşama bir öncekini aratıyor çünkü... sizce evlilik konusunda bir ümit var mı ev'liler??????????????? tek umut onun tekrarlanabilir olmasıdır belki..iki kere sünnet ya da askerlik mümkün değil ama evlilik mümkün..(tabii en ilkel öğrenme yöntemi de deneme yanılmadır)

MUAMMA GÜZEL

MUAMMA GÜZEL


bilmiyorum hatırlayanınız var mı? lise yıllarında ders kitaplarında da vardı o şiir.. Yahya Kemal'in Mehlika Sultan şiiri... bir muammaya aşık gençleri anlatan.. Hüdaverdi ağrı dağının karşı tarafındaki (ığdır) arkadaşım şimdi nevşehire turizm jandarması olarak gitmiş.. beni yine dağla başbaşa ve yalnız bırakmış.. bunu okuyunca önce muamma kelimesi sonra da yahya kemal geldi aklıma.. evet muamma dolu hayatlarımızla kimbilir daha neler göreceğiz.. geçen berat kandilinde bir kaç kişiye mesaj yollamayı ya da aramayı başardım.. genelde böyle günleri 3-4 gün sonradan duyardık.. bu sefer benim beratımın (kurtuluşumun) yaklaşmasından olsa gerek vaktinde haber aldım işte.. o yüzden bugünden önce kaçırdığım kutsal yada milli
günlerinizi geç de olsa kutlamak istiyorum.. düşünün çok sevdiğim trabzonspordan bile haberleri oldukça geç alıyorum.. bizim bölük 1 kasım itibariyle karakolu 2. tabura teslim ediyor.. sanki benim için karakola çıkmış gibiyiz.. ben de nasip olursa 30 unda tugaya iniyorum ve 3' ünde hayırlısıyla ilişik koparıyorum.. çevremizdeki dağların üstleri artık karla kaplı ama hala üstümüze yağan kar olmadı.. biz sobaları kurduk.. geceler ayaz artık..... askerlikten bana kalan bir muamma..tıpkı benden götürdükleri gibi.. gerçi mehlika sultana aşık yedi genç bir gece yola çıktılar ve şiirin sonlarında anladığımız gibi onlar aslında onu bulamayacaklarını biliyorlardı... ama herkesin çıkması gereken yolculuklar vardır ben galiba öyle bir
yolculuğun sonuna yaklaştım.. hatırlamadığım tek bir şey var elimden çıkarıp gümüş yüzüğü kuyuya attım mı?
necatinin güvercinleri.. cemil abinin meyvalı maden suları.. köpek yavruları..rap rap..adi adımın verdiği mutluluk..bremenler.. küçük ağrının kenarından doğan dolunay.. tendürek.. gökçe kaynak köyü..akrepler.. yılanlar..rap.. rap... ağaca tekmil vermeler... göktaşları... gelsin çaylar gitsin çaylar..
ve aklıma gelmeyen binlerce ayrıntı.. ve ararat (ağrı dağı)...
sevdiğim herşey bir muammanın parçaları.. o muamma güzelin peşinde bir ömür!!! atarsa 10 başka yok!!!!!!!!!!!
DİLERİM HERKES MEHLİKASINI BULUR..YA DA O YOLDA YÜZLERİNDE BİR TEBESSÜMLE YİTİP GİDERLER..
Mehlika Sultan
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı: Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Kara sevdalı birer aşıktı.
Bir hayalet gibi dünya güzeli Girdiğinden beri rü'yalarına;
Hepsi meşhur, o MUAMMA GÜZELİ
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''
Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar cikrigi yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: ''Aynada bir gizli cihan..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir an
O, uzun gözlu, uzun saçlı peri.
Bu hazin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra GÜMÜŞ BİR YÜZÜĞÜ
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü'ya oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtüler hep o hayal alemine.
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..
(Yahya Kemal Beyatlı)

ÇİÇEKLER ELİMDE KALDI

ÇİÇEKLER ELİMDE KALDI


sivil zamanlar insanın başını ağırtıyor..bu kadar çok alternatifin(!!!!!) bir arada sunulduğu bir hayat 7 ay aradan sonra insana pek inandırıcı gelmiyor işte.. ben de counter strike mı oynamalıyım, showtimeda oynayan dune adlı filmi mi izlemeliyim yoksa playstationda japon futbolu turnuvasımı yapmalıyım diye düşünürken yazmaya karar verdim..yazmayalı epeyce bir vakit geçti ne de olsa ..3 kasım itibariyle artık sivil rüyalar görüyorum yurdum insanı da akp'li..ayaklarım postalların ağırlığından sonra gelen bu hafifliği algılamakta zorlansalarda şimdilik başka bir zorluk (adaptasyon sorunu görünmüyor gibi..) ayrıca fonda müslümün olmaması bile sivil hayatı sevmek için yeterli bir sebep aslında..ya da şimdilik bulabildiğim tek sebep!!! ve tabii zamanın
durduğunu zannetmenin getirdiği rahatsızlıklarda olmuyor değil.. bir sürü şeye doğubayazıtlı kalmak denebilir buna.. benim onlarsızlığa alışmamın zorluğu karşısında bensizliğe alışmak o kadar kolay ki.. bir yanda 3. çoğul şahıs (tüm kalabalığıyla) ve diğer yanda 1. tekil şahıs (tüm yalnızlığıyla)..tabii bunların ayrılığın ve hayat yoğunluğunun doğal sonuçları olduğunun farkındayım.. bir de orada ruhuna o kadar çok bağlı kalıyorsun ki buranın ruhsuzluğuna alışmak gerçekten çok zor oluyor.. çünkü ikisi de yaşamsal orada ruhun varsa varsın burada yoksa.. ve ben o meşhur kızılderili öyküsünde olduğu üzre o kadar hızlı geldim ki ( yaklaşık 29 saat) ruhum hala gelebilmiş değil.. ruhum hala ishak paşa sarayına ve tabii ararata bakıyor.. o yüzden görme şansım
varken "NASILSIN" diye sormaktan bile hicap duyduklarıma söylüyorum..karşına böyle çıkmaktan ruhsuz olmaktan utandım..inan bana ruhumu bulduğumda görüşeceğiz.. ve tabii behçet necatigilin söylediği gibi dar zamanlardan hoşlanmıyorum bende.. tabi ki bunun bedeli çiçeklerin elimde kalması olabilir..
sevgileri yarınlara bıraktınız
cekingen, tutuk, saygılı.
butun yakinlariniz sizi yanlis tanidi.
bitmeyen isler yuzunden
(Siz boyle olsun istemezdiniz)
bir bakis bile yeterken anlatmaya herseyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldi siz genis zamanlar umuyordunuz
cirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi soylemek.
yillarin telaslarda bu kadar cabuk
gececegi akliniza gelmezdi.
gizli bahcenizde acan cicekler vardi,
gecelerde ve yalniz.
vermeye az buldunuz yahut vakit olmadi.
(Behçet Necatigil)

BÖCEK

BÖCEK


konuşabileceğim halde yazmaya devam ediyorum..hayatta herşeyin bir bedeli varmış..bunun anlamını biliyordum.. öyle zannediyordum..ama bedel ödemeye başladığında anlıyorsun aslında herşeyi.. bende zorunlu ayrılığa dair bir bedel ödüyorum işte..kendimi ve başkalarını burada olduğuma inandırmaya çalışıyorum..bir şeyleri elde etmekse amacın bir şeylerden vazgeçmen gerekiyor.. eğer bütün dünya nükleer bir savaşla yıkıldığında hala yaşıyor olmak istersen bir hamamböceği olman gerekiyor.. bir tek o dayanabiliyormuş radyasyona.. hamamböceği(karafatma) olmak bile size sonsuz bir hayat şansı sunuyorsa eğer herkesin bir şansı var mıdır hayatta? kafka dönüşümünde samsanın bir böceğe dönüştüğünü anlatır..böceğin cinsi belirtilmez metinde.. şimdi yaşadığımız hayatlarada
baktığımızda samsanın metamorfozunu kaçımız yaşamadık ki?..nükleer bir savaş gibi uzak bir ihtimal için bile kaç kişi sıraya girer, dönüşüm için..ya bıraktığın gibi kalabilmek, herşeyin değiştiği bir yerde değişmemek.. bir liman gibi olabilmek.. neden bu kadar zor ki.. elde edeceğin şey ne kadar büyükse ondan vazgeçmekte o kadar büyüktür aslında.. kaçımız vazgeçmeyi biliyoruz ki.. ya da bedel ödemek senin artık sen olmanı engelleyecekse neden bir bedel ödemeliyim ki.. yaşamak için, birinin sevgisini kazanmak için, dönüşmek.. ya da daha az kutsal bulduğumuz şeyler için para için.. iktidar için.. hepimizin içinde bir böcek vardır belki.. o yüzden sesizce gidişim ve sonra sessizce gelişim şaşırtmasın seni.. dönüşmüş olabilme ihtimali bile korkutuyor beni..ben
sadece hamamböcekleriyle dolu bir dünyada yaşamayı beceremem ama onlarsızda olmaz bu dünya.. o yüzden susuyorum..ve inan bana tek güvendiğim şu an senin anlayışın.. anlaman.. ben sessizliğe sen yazmamaya yemin etmişsin gibi.. ve bırakalım bu böyle kalsın...içimizde hamamböceği korkusu ya da tiksintisiyle yaşamaktır bu belki.. tüm yazıların başında olmasan bile sonlarında hep sen varsın.. aklımda sen varsın..ama aramızdaki birkaç basamağı bile aşmayı başaramadım ki ben.. belki ben de farklı bir tür böceğimdir kendi kendini yok eden..

AŞK, ACI VE YAZI

AŞK, ACI VE YAZI


kalan 15 gün... hayat yolunda bir dağ daha devrilmiş olacak.. ishak paşanın neden bu coğrafyada ağrı dağını görmeyen tek yere sarayını yaptırdığını anlıyorum gayri... görmek yeterli değil..varlığını duymak yeterli.. hep orada olduğunu bilmek.. bir süre sonra nasıl bir ızdırap.. belki insani bir zaaf var bir kıskançlık.. onu gördükçe kendi küçüklüğümüzü görmek.. ve bu maillerin ulaştığı insanlara belki en yakın olduğum zaman aslında bu kadar uzak olduğum (1560 km.) andır.. orada istanbulda bu yazılar olacak mı.. yoksa hep uzakta olmak mı lazım.. lawrence durrel'ın justine'in de bir söz vardı.. kadınlara ya aşık olursun ya acı çekersin ya da yazarsın diye.. sadece kadınlara mı acaba.. hani yazarlara hep yapılan bir eleştiri vardır.. fildişi kulende oturup
yazıyorsun diye.. ama agoraya inen insanın bir şansı var mı yazmak için, sevmek için ve de acı çekmek için.. herneyse ben hala buradayım ve hala yazıyorum..ve soruyorum hem yazıp hem sevip hem de acı çekebilir mi insan? ben yazmaya devam ediyorum...

KAR

KAR...




Önce dalları kıran bir rüzgar, sonra bir adım ilerisini görmeni engelleyen toz fırtınası ve sonra...

3 ekimdi tekrar karla tanışmamızın tarihi... Gerçi üstümüze yağmadı ama ağrı dağında karın sınırları oldukça genişledi.. bize düşen soğuyuydu. Sarısu'dan alacağım teskereyi, neredeyse kesinleşti artık.. Dünyaya dair herşeyi bir sandıkta biriktirmişim de şimdi o sandığın kapağını açmak üzereymişim gibi hissediyorum.. ve gerçekten insan bilmediği şeylerden çekiniyor.. atarsa 22 dediğim bugün 22 gün sonrasını düşünüyorum ama düşünmekten korkuyorum.. işte şimdi askerim galiba... kader denilen şeyin en güzel yanı da bu herhalde çok fazla düşünmen gerekmiyor.. yani nasibinde ne varsa o çıkar kaşığına (barış manço'halil ibrahim sofrası) ben değiştim mi onu bile bilmiyorum... ki diğer insanlara dair neler diyebilirim.. 3 kasım.. sadece benim için anlamı olan bir tarih değil artık, bütün ülke durmuş aynı şafağı sayıyorsa benim saydığımın ne kadar önemi olabilir ki.. evet tüm Türkiye ve ben sandıktan çıkacak olanı bekliyoruz.. en azından benim sandıkta güzel şeyler de var biliyorum ama diğeri... sonra da savaş var kapıda.. buralar o nedenle çok ama çok hareketli.. tatbikat üstüne tatbikat yapılıyor.. kaydırılan birlikler bile var.. ve sonbaharın ortalarını yaşayan bir şehre ineceğim.. uçaktan baktığımda yağmur olsun, yerler ıslak olsun.. yollar da çamur olsun.. loş bir karanlık olsun.. dilerim böyle bir günde inerim o şehre.. yoksa güzelliğin karşısında çarpılmaktan korkuyorum ey şehr-i istanbul.. en kötü makyajınla çık karşıma... ilk başlarda (atarsa 150 dediğim zamanlar) anlattığım fiziksel değişikliklerin çoğunu tekrar eski haline getirmeyi başardım.. karakolun sporsuz eğitimsiz ortamı ve bizim laz asteğmenin yağlı pideleri sağolsun.. ama aynadaki ben ben değilim ve şu an bu yazıyı okuyanların hiçbiri ama hiçbiri bildiğim gibi değil... yani kilo verilip alınabiliyormuş insanın rengi bir kararıp bir açılabiliyormuş.. ruhlarımız galiba kaybettiğimiz... hayata güçlü bir ışıkla başlayıp ışığın sönmesiyle bitiyoruz hepimiz.. ve her geçen gün o ışık biraz daha azalıyor.. kısacası askerlik bitiyormuş.. ama asıl askerlik bekliyor gibi...bu yazının başlarını bunalım biri, orta kısımlarını bir şair, son kısımlarını hintli bir düşünür, yazmadı arkadaşlar..umarım bunları
düşünmemişsinizdir.. sadece bir piyadenin anlık düşünceleridir bunlar.. hala bit bulaşmadı o yüzden sadece piyade... sağlıcakla kalın.. bu arada hastaya acil şifalar diliyorum..kendine daha doğrusu kendinize iyi bakın.. bir de şimdi ben ona ne hediye getirmeliyim? kız mı oğlan mı bilmiyoz ki? ararat (ağrı dağı) sizlere en içten duygularını sunar..