19 Aralık 2010 Pazar

SANA DÖNMEKTİR YAŞAMAK...


"hayatta yapabileceğimiz tek şey, hayatı korumak... sanatçıysan bunu sanatınla yaparsın, sanatçı değilsen çocuklarınla..." PHILIP LARKIN

hayatı korumak biraz anları saklamakla ilgili... içinde, bir yazıda, kamerada...saklamak...hızla geçiyor mevsimler, şimdi kış ama yarın gene bahar... arada kaybolan şeyler neler, yaşımız çoğaldıkça zaman ilerledikçe nelerdir yitirdiklerimiz..

bir karadeniz yolculuğunda kayalara tutunmuş bi ağaç mı?... bodrumda sabaha karşı deniz kenarında içilen muhteşem çorba mı? sökede esen rüzgar mı? yapayalnız kırık dökük ayakta kalmış milet ve efes harabelerinde yaşanan geçicilik duygusu mu...

o kadar çok şeyi biriktiriyor ve aynı hızla kaybediyoruz ki... sırılsıklam biri yanınıza oturup elinizdeki kitaba bakıp size bir modern zaman kahramanı hediye edebilir... veya porsuk kenarında bir çift göz size kahraman sizmişsiniz diye de düşündürebilir... aslında bütün hikayeler dünya bu hikaye olmadan eksikmişcesine anlatılır... ama asıl kahramanlık küçücük ellere bırakılan hayatta saklı..

hayatımı korumak mı bilmiyorum ama anlamlı kılıyor onun gözleri de sözleri de... yaka çiçeğim küçük koalam....senle tamım şimdi biraz daha... kahramanın olmak bildiğim, okuduğum, sevdiğim tüm kahramanlardan daha kıymetli... bazen spawn gibi katedralin tepesinde, supermen gibi yalnızlık kalesinde, spiderman gibi may halanın yanında olmak lazım... kahramanlığa devam etmek için...

benim içinse yaşamak sana dönmek demek... yüzüne bakmak, yanında uyumak demek...
küçücük ellerinle boynuma sarılman demek...o zaman sonsuzluk duygusu sarıyor içimi... ve sensiz anlarımda Can Yücel dizesi geliyor aklıma...

"her bahar gitmek isterim.
gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel..."

8 Aralık 2010 Çarşamba

TRENLER


Gelse de trenden ikimiz insek camları buğulu iki tas çorba bir kitap -- çantana korkup tutunmuş kâğıdı samandan şiiri zorba ve o hışırdayan uykudan geçsek sobanın ayrımsız adaletinden çok büyük bir yağmur işte başlamış kimse çıkmayacak bugün evinden
SÜLEYMAN ÇOBANOĞLU (HUDAYİNABİT’TEN)


Trenler ne zamandır aklımda… ama o ilk dizeyi okuyunca yazmalıyım dedim kendime… artık trenlerden söz etmenin zamanı geldi…aslında trenler daha çok banliyödür benim hayatımda… Gebze – Haydarpaşa hattıdır en çok… babamla yaz tatilinde gittiğim yolculukların sabah ve akşam kalabalığıdır…sıkış tıkışlıktır…gazete okuyanların gazetelerini okumaktır…biletçilerdir.. trenden sarkanlardır.. biletçiden vagon vagon kaçanlardır… Türküler söyleyerek sakız satmaya çalışan karadenizlidir… tren kazalarıdır, bir de araya düşenler atlayanlar tinerciler… istasyonlardır bir de.. ağaçlar, raylar ve beklemeyi öğrenmektir tren yolculukları… babamdır benim trenlerim…çocukluğumdur çokça işte… hayat başka yollardan yürümeyi emrettiğinden itibarense kopar ilişkimiz raylarla…
Sonra sen varsın… sen geldin hayatıma… o kadar çok şey verdin ki bana dev trenler küçük kalır yanında… ama şimendiferler de seninle tekrar geldi hayatıma işte…
senle beraber koca koca trenler hayatıma girer…lokomotifler…pulmanlar…yalnızlıklar… kavuşanlar.. yemekli vagonlar…kompartımanlar… gazete kümeleri…istasyonda bekleyen sen…dışarının soğuğunda üşüyen yanağın ve ellerin…rengi kaçan dudakların…gülen gözlerin… heyecanın…aşkın…tren sen olursun sen tren olursun…tren benim için kavuşmak olur… ya da ayrılık kısa sürelilerinden…
o ilk dizedeki dilek hep içimdeymiş onu fark ettim.. bir trene binsek seninle ve insek zamanı gelince…
trenler gelirler giderler… ama sen içimde kalmaya devam ediyorsun…
şimdi banliyö olan trenler aynı zamanda birer eksprestir de…mutluluktur bir yemekli vagonda karşılıklı çay içmek ve umarsızca yola devam etmek… yanımızda bir yolculuk koalasıyla çuf çuf gidebilmek.. yeni yerlere yeni rüyalara… her trenden inişimde sen beni karşılayacakmışsın gibi hala heyecanlanıyorum ben…aşk o yüzden her daim tren kapılarında hissettiriyor varlığını bana en çok..
bir tren gelir ve bizi götürür o güne dek kalbim seninle….

2 Eylül 2010 Perşembe


GUSGUDANALAR AÇINCA...








(SOLDAN SAĞA ; VARGEL ,YAYLA,VARGİT ÇİÇEKLERİ)


Gusgudana, vargit, güz çiğdemi, colchicum autumnale... birçok adı var onun... ama her eylül geldiğinde karadenizli yaylacılar biraz hüzünle vargitleri gözlemeye başlar... onlar açınca gitme vakti gelmiş demektir... Vargit'in tam tersi olan yazın habercisi Vargel'ler vardır bir de... bir çiçek açar insanlar yaylalara koşar bir çiçek açar insanlar kışlaklarına dönerler... çiçeklerin sadece çiçekçilerin elinde yaşadığı büyük şehirlere inat, zaman hala çiçeklerle ölçülür bazı coğrafyalarda...

Bizim Vargellerimiz açtığında o ne şenlikti değil mi? o ne heyecandı... konuşmak yaylada bulutların üstünden bakmak gibiydi... sesin bir dere şırıltısıydı... dokunmak sana, derenin içinde çimenlerle kendine bir göl inşa edip içindeki alabalıkları yakalamak için uğraşırken bir anlığına o alabalığa değmek gibiydi... en kötü, en anlayışsız anlarımız yaylaya inen sise benzerdi bir anlığına birbirimizi kaybederdik.. ama çobanlar gibi genede o beyaz yalnızlıkta ses verirdik birbimize...bilirdik sis rüzgarla kaybolacak... işte yaylaydı hayat bize geniş ve ferah.. kalbimiz çarpıntılıydı, gündüzlerimiz güneşliydi... yanaklarımız yayla çocukları gibi al aldı... burunlarımız güneş yanığı kırmızılı ve soyulmuş.... en büyük derdimiz buz gibi sularda elimizi kim daha uzun tutabilecektiden öteye geçmezdi...

Ve hiç ölmek bilmez kokusuyla yayla çiçekleri toplardım sana... sakla diye... gösterişsizdir yayla çiçekleri gül gibi alımlı değildir... ama ondan daha uzun ömürlüdür... ve kokusunu saklar içine demetinin... ama bir türlü kolonyasını yapamadılar... onu olduğu gibi saklaman gerek dağların özgürlüğüyle... seni seviyorum demenin binbir türlü ve hali var işte.. ama diyememenin de...

sonra eylül gelir... gusgudanalar zamanı.. vargit der çiçekler sana... kış kapıda demektir bu... o zaman tatlı bir telaş sarar insanı... koca bir kış geçecektir... derenin şırıltısı dağların heybeti içe çekilir... bir kış boyunca depo edilir ruhumuza... ve vargitlerin sözü dinlenir... gidilir.. işte her eylül gibi aşkın ruh halide değişiverir... en sevimli yanlar en sevimsiz yanlar oluverir... bazen katlanılmaz olunur... güneşli havalarda sevdiğim bu muydu dersin kendine... ama sevdiğin odur... sevginin de mevsimleri vardır o kadar uzunca eğer sevmeyi biliyorsan...

işte gusgudanalar açınca içimde böyle bir duygu uyanır benim... o zaman biraz sarsak, sakar ve belki koca bir aptal olurum ben.... ama bilirim ki sevgim sonsuza dek kalbimdedir... gusgudanalar açar gusgudanalar ölür... kardelenler açar.. kardelenler ölür... ve sonra tekrar vargeller açar...ömür dedikleri budur işte sevgilim.... bir yaz ve bir kış...ve arada kısacık baharlar...

bazen çekilmez olurum... yağmurlu havalarda azan romatizman olurum... ama o bile vazgeçilmez ya... yokluğu şüphe çeker... seni tanıdığım ilk bahardan beri seni sevmeye devam ediyorum son baharıma dek seveceğim de... bazen tek başıma dağlara çıkarım bazen dere boyu yürürüm sensiz.. ama içimde kocaman bir sen var... adımlarım o yüzden bebek gibi...

bu yazıyı okuyunca sakladığın yerden çıkar yayla çiçeğimizi...6 yıl olmuş bak... hala kokuyor... ve koalaya sarıl öp onu...o bizim herşeyimiz ne de olsa... ilk günkü gibi sevildiğini unutma sakın.. vargitler zamanı şimdi ama benim senin hayatından gitmeye hiç niyetim yok aşkım... vargeller açacak çok değil 8 ay sonra... şimdi uyuyalım birlikte....nefesim nefesine karışmış halde...






13 Ağustos 2010 Cuma

YAĞMURDAN SIRILSIKLAM OLMA HALİ...






“yol uzun / uzak / kalbimizden başka pusula da yok gövdemizin ucunda...”
sezai karakoç
Seni ne zaman sevdiğimi hatırlasam; yağmur yağar... ve seni ne kadar çok sevdiğimi anlasam; dolu yağar, rüzgarlar eser üzerimize... sevgi süreklilik hali değildir andır gelir ve geçer... o halde bir derviş gibi kalamaz insan... ateş içindedir ve bazen güçlü yanar ve bazen yetersiz... ama o ateş oksijen oldukça durur kalpte... elbette bazen karbondioksit çoğalır nefes vermeler almalardan yoğun olur... işe öyle anlarda hatırlar ve anlarsın tekrar seni ne kadar çok sevdiğini kalbimin... ve bu kalp hali meteorolojik bir olaya dönüşüverir...yağmur yağar...
bebek gözleriyle bana bakıp; başına taçlar takmayı denediğin anlar var ya... taç takmayı isteyip de takamadığın anlar... tıpkı terlik giymek isteyip o kocaman terliklerin ancak tekine sığan minik ayaklarının ikisini birden terliğe soktuğun anlar var ya... o zaman içimin tüm yağmurları şehre yağsın istiyorum... sana alice harikalar diyarında bir gezi sunsam...ben peşinden koştuğun tavşan olsam...birlikte atlayıversek o dehlize...kendi dünyamızda yaşasak... belki o zaman su yerine oraya sevdiğin şeftalilerden yağardı yağmur...
Bazen aklıma takılıyor... yağmurlar söz konusu olunca ormanlar... nefes almak için onlara ihtiyacımız var ya; o yüzden ağaçlarımızdan söz etmiyor kimse...arılar ve polenlerden yılanlar ve farelerden oluşan dengelerden söz ediyor ders kitapları ama hepimizin nefes alıp verebilmesi için bu dünyada sadece bize ait ağaçlarımız olduğundan bahsetmiyor kimse... bu insan bencilliği sanırım kimseye bağımlı olmadan yaşamayı seviyoruz...dengelerüstü olma halini seviyoruz tüm ağır bedellerine rağmen... ormanların soluk alıp vermesi gerek yaşamak için... seni sevdiğimi anlayıp hatırladığım her anda daha derin bir nefes alıyor orman... ve üstüne bir bulut geliyor ve yağıyor yağmur... ve oksijen en ücra hücrelerime ulaşıyor yenileniyorum...
“bense hala seni seviyorum
bu gezegende hayat var
diyebilmenin biricik yolu buymuş
gibi geliyor
başka dil bilmiyorum
bu yüzden bir yara gibi seni
kendimde gezdiriyorum” çiğdem sezer
Hepimiz ekonomi sayfalarında açlık ve susuzluktan ölmemek için gerekli sayısal verileri ekmeğin ve suyun bedellerini ödeme yollarını konuşup duruyoruz... halbuki açlıktan bir haftada, susuzluktan 3 günde ölen beden oksijensizlikten 2 dakikada ölüveriyor... ama kimse sanırım şimdilik bedava diye oksijensizlikten söz etmiyor... ama ben sensizliğin ne demek olduğunu biliyorum... ve bundan söz ediyorum... sensizlik oksijensizlik.... ne kadar çok şimşek çakarsa gökyüzünde o kadar çok oksijen olacak... yağmur yağmalı ki nefes alabilelim seninle...
“bizim hiç evimiz olmadı yağmurdan
bak “biz” dedim, iki deniz
iki yara , birbirine kapanan...
iki yetim birbirinde kaybolan” çiğdem sezer
Kelebeklerin zamanı geçti...rüyalar karanlığa saklandı... yine de yağmur yağdı kalbime, sele kapıldı ruhum, sen ay’dın işte yağmurda ıslanana selde sürüklenene ışık olan... ve ay gözlerini kapadı ay beni görmez oldu ama ben hala ay’ı görüyorum içimde koca bir boşlukla.. görmek ama görülmemek kanatır ruhu... budur ruhumun cezası...
Rüzgarlarıyla meşhur bir kentten geçiyorum... ağaçlara ve rüzgara oraya ait düşsel varlıklara yağmurun selamını iletiyorum... sonra bir su kenarı... sabah ezanına yakın... hatırlıyorum bütün yağmurlarımızı üsütümüze yağan ve ıslandığımız bütün yağmurları...
Biliyor musun seni sevdiğimi biliyor gökyüzü ama sen bilmiyorsun ve unutuyorsun... yağmurlar birer hatırlatıcı;senin için en çok...
14.08.2010