24 Nisan 2014 Perşembe

Leylekler, Çocuklar ve Yara Bantları




“Işık beni rahatsız ettiği için en parlak saatlerimi onları karartmak için harcıyorum” Boris Vian (Günlerin Köpüğü’nden)






Bugün ilginç bir haber okudum. İnsan dünyasında artık pek rastlanılmayan  bir durum aktarılıyordu. Bayburt’ta bir leylek tam 12 yıldır göç etmiyor, eksi 30 dereceleri bulan soğuklara rağmen bulunduğu yeri terk etmiyordu.  Çünkü leylek  12 yıl önce  yaşadıkları caminin hemen yanındaki trafoda eşini kaybetmiş. O günden sonra orayı hiç terketmemiş. Sadakat adına öğrenecek  ne kadar çok şey var diye bir cümle kurmayacağım çünkü bazı şeylerin öğrenilerek kazanıldığını düşünmüyorum.





*                                                                           *                                                                     *



Dirseği oyun oynarken düşüp kanayan küçük kız… O küçük ama ilk anda can yakan yara , kanadığı için vücudundan çıkan o kırmızı sıvıyla birlikte 4,5 yaşındaki küçük kız yüreğini dehşete düşüren olay… Büyük gözüyle neredeyse küçücük bir yara… Önce yara bandını çıkarmak istemeyen kolunu hep yukarıda tutmaya çalışan (oyunların heyecanı veya uyku nedeniyle dirseği unutan) küçük kız, 3 günde bir yara bantlarının değişimine izin veriyor. Tam 10 gün o küçük yaranın iyileştiği gerçeğini kabul etmiyor  küçük kız…

Bizler hangi yaralarımızı saklıyoruz, gizlice aynadan kontrol ediyoruz… Sanki yaralanmamış gibi yapan büyükler, o küçük çocuk kalplerimizle hangi anımızda hatırlıyoruz yaralarımızı…



*                                                                           *                                                                     *

“Weltschmerz”, Alberto Manguel’in “Okuma Günlüğü” adlı kitabında denk geldim bu kavrama… Dünya acısı, dünya bıkkınlığı anlamına geliyor… Bu kavram Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’nı hatırlattı bana. Ve içinde sıkıntı olan tüm o kitapları, filmleri… Anlatmak için yaşamak gerek ve bu yaşamın dünyanın bıkkınlığından izler taşıması gerekir.

Uçakları ve ayı izleyebildiğim bir pencerem var, eğer istersen denize demir atmış gemileri de seyredebilirsin… Dolunay zamanlarında aklıma gelirse, kafamı gökyüzüne kaldırabilecek gibiysem yani, o odada uzanırım. Aydan gelen ışık odanın içine yansırken ben aya bakarak  uyku ülkesine doğru uçuveririm. Peter Pan bile zorlasam gelecek gibi olur o odaya… Sihirlidir o oda, dışarıdan bakınca sıradan perdeler ve tüller gördüğünüze bakmayın her pencerenin dışarıdan nasıl göründüğü değil neyi gördüğüdür önemli olan…




Her gün doğan ve batan güneş, esen rüzgar, yağan yağmur, kuşlar, kısacası dünyanın insanlar dışında kalan tamamı değildir Weltschmerz’in sebebi… Bizim birbirimizle olan ilişkilerimizdir dünyayı acı kılan, dünyadan bıktıran, güneşi rüzgarı ve yağmuru hiç farketmez kılan…

Sadece başlangıçlardan, sadece ortasından veya sadece sondan ibaret onlarca iletişim… Hepsinin verdiği onlarca his… Bazılarının başladığını, yürüdüğünü ve bittiğini gördüğümüzde olur. Bitmişken başlayan ve başlarken bitenleri de…
O sihirli odayı hatırlamama izin verildiği zamanlarda, weltschmerz’den gözlerim açıkken kurtulduğum o nadir dakikalarda; saydığım uçaklar, içinde neler olup bittiğini merak ettiğim gemiler, yaşamımın ayda nasıl olacağını düşündüğüm o anlarda eğer gözlerimi yumup yumuşacık bir biçimde düşler ülkesine gidebiliyorsam senin hiç de uzakta olmadığını bilmemdendir.

Aynı ayın altındayız biz… Üstümüzde kosmozdan bir battaniyeyle..


Manguel, Dickens’ın Zor Zamanlar’ından bir alıntı yapar: “ ‘Acın var mı, anneciğim?’ ‘Acı odanın içinde bir yerde,’ diye cevap verir Bayan Grandgrind, ‘ama kesinlikle acım var diyemiyorum.”

14 Nisan 2014 Pazartesi

Çiçekler


"İnsanlar sağır kalpleri yüzünden, yüzyıldan yüzyıla, daha çok azap çekilen bir cehennemde hala inleyip duruyorlar." Giovanni Papini




                                                                                                                                     (Takashi Murakami)


"acılarımı alıp uzaklaştırmak isteyen biri olabilir mi?
mümkün mü birinin beni sabırsızlık ve merak içinde beklemesi, pırıl pırıl gözlerle uzaktan beni izlemesi, yaklaşan adımlarımı nefesini tutarak dinlemesi?
en sıradan sözlerimin hatırlanması, küçük bir bakışımın mutluluk vermesi mümkün mü?
bunun bir anlığına da olsa gerçek olabileceğine inanıyor musun?
hayatın hediyesini kazanma hakkı için doğru ne yaptım?
cimri bir kadının mücevherlerini saklaması gibi ızdıraplarını saklayan utangaç bir şairden başka neyim ki ben?
paltosundan başka gurur duyacak bir şeyi olmayan, evini ve yatağını tekrar bulmaktan bile aciz, acılı bir gezginden başka neyim ki?
bir şey başardım mı? insanlara küçük endişelerini dahi unutturdum mu?
şu hâlde, beni sevecek ne olabilir ki?
senin ruhuna acı çektirme hakkını bana verecek rezil, tatminsiz ruhumda ne bulabilirsin ki?
bana öyle bakma, bu kadar sıkı tutma elimi.
biliyorsun seni seviyorum ve seni sevmek istemiyorum.." Giovanni Papini