3 Mayıs 2012 Perşembe

DOCTOR PARNASSUS







"En mutlu olanlar, anlatacak öyküleri olmayanlardır." Anthony TROLLOPE

Yönetmen Terry Gilliam; mutsuz ve anlatacak birçok öyküsü olanlardan... Fisher King, Brazil, 12 Maymun, Tideland gibi filmlerle, kendi hayran kitlesini yaratan yönetmen, farklı hikayeler anlatmayı seviyor. O Hollywood'un masalcısı... O yüzden de herkes masallarını seviyor ama ona masal anlatma şansını pek tanımıyor. Öyle ki "The Man Who Killed Don Quixote" adlı filminin nasıl yapılamadığına dair " Lost in La Mancha" diye bir belgesel çekip mutsuzluğundan bir öykü daha çıkarmayı bildi. Evet, Terry Gilliam öykü anlatmayı seviyor ve bu sefer karşımıza Dr. Parnassus'un öyküsüyle çıkıyor.

Tüm eleştirmenlerin yazdıklarından ve yönetmenin kendi röportajlarından çıkan sonuca göre Dr. Parnassus Terry Gilliam'a çok benziyor. O yüzden Dr. Parnassus'un hayalhanesine uzanmadan yönetmenin hayatına bakmak gerektiğine inanıyorum. Gillliam sinemasının dilini kavradığımızda "The Imaginarium of Doctor Parnassus'u" oluşturan; kamera kullanımından kurguya, dekordan sese, noktalam işaretlerinden form ve biçimlere değin uzanan hikaye anlatma araçlarına yönetmenin gözüyle bakmamızı sağlayacaktır. "The Brothers Grimm" adlı filminde; prensini bulmak isteyen bu yüzden kurbağayı öpmek üzere olan kıza, hayır dur öpme onu; kurbağayı yalamangerekiyor dedirten yönetmen; klasik Holywood öykü anlatma biçimlerinden uzak, farklı bir bakış açısıyla filmlerini üreten bir isim...

Bu durumda; Monthy Python ekibiyle yaptığı kara mizahın, ABD ve Hollywood konusunda muhalif bir tutum takınmasının, rüya ve hayallerle örülü masalsı ve kimi zaman çocuksu bir anlatımı tercih etmesinin önemli rolü olmuştur.  Ayrıca meslek hayatına Mad dergisine çizerlik yaparak başlamasının, sinemasına farklı bir tat kattığı da tartışılmaz... Ve son olarak Gilliam yapımcılarıyla sorunlar yaşayan bir yönetmendir. Set uğursuzlukları da filmlerinde yakasını bırakmaz... Dr. Parnassus'da bunlardan nasibini alır. Filmin başrol oyuncusu ve finansörlerinden olan Heath Ledger ölür. Gilliam post prodüksiyon aşamasında trafik kazası geçirip belini kırar. "Yapımcıyı öldürdüler, başrol oyuncusunu öldürdüler, yönetmeni öldüremediler, hikayeyi anlatmak için hayatta kaldım." diyen , "stüdyosuz yönetmen" Gilliam filminde klasik bir öykü beklemek pek olası değildir. Dr. Parnassus gibi o da modern bir hayatın içinde, eskil bir arabada, kimsenin ilgi göstermediği sadece ayyaşların merak edip baktığı bir harikalar dünyasını taşıyor izleyicilerine... Filmin hikayesi basit; Şeytanla Dr. Parnassus bir anlaşma yapar. Ölümsüzlük karşılığında 16 yaşına geldiğinde kızı Valentina'yı Mr. Nick'e teslim etmesi gerekmektedir. Teslimata 3 gün kala, tiyatro kumpanyasına Tony eklenir. Tony ve Valentina arasında bir aşk doğar. Valentina babasının şeytanla olan anlaşmasını ve Tony'nin bir sahtekar olduğunu duyunca Dr. Parnassus'un şeytan için ruhları ayarttığı Imaginarium'a aynanın içine girer. Tony de onu kurtarmak için peşinden gider. Tony ölür, valentina babasını terkeder. Dr. Parnassus artık kumpanyanın maketlerini satar uzaktan kızına bakar... Ama o büyük ve uzun hayatın sonunda küçülür herşey ve cüce Percy'nin dediği gibi bu maketlerde "mutlu son garanti değildir."

Filmin en ilginç yanlarından biri de ölen Heath Ledger'in Tony rolünü 3 farklı  oyuncunun (Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrel) sürdürmesi oldu.

Yönetmene ve filme dair notların ardından The Imaginarium of Parnassus'un sihirli dünyasına giriş yapabiliriz. Film; içindeki karanlık çıkmazı yansıtan ve bir anlamda hikayeyi özetleyen (hissettiren) bir müzikle başlıyor. Filmin title'ları bir yandan akarken seçilen yazı formatı bize kadim, tarihsel yanı olan bir öykünün başladığı duygusu veriyor. Siyahtan açılıyor ekran gene Londra'da tarihsel bir yapı görüyoruz ve önünde modern otomobiller görünüyorken sağdan bir at rabası giriyor kadraja...Öykünün eskiliği bir kez daha vurgulanırken modern zaman ile geçmiş arasındaki zıtlıkda yansıtılıyor. Arabayla beraber kamerada hareket ederken gazetelere sarılmış yoksul insan görüntüleri ekranı kaplıyor ve arabayı gözden kaybediyoruz. Uyuyan adamın kolundaki saate odaklanıyoruz. Daha ilk sahnede zamanın tersine (sağdan sola) ilerleyen bir öyküyle karşı karşıya olduğumuzun bilgisi veriliyor. Saatten kesmeyle eski bir sayfaya geçiyoruz Bu kadim bir öykü; şeytan ile Adem'in, Faust ile Mephisto'nun öyküsü... İlk sahnede öykü özetlenmiş oluyor böylece. Londra, yoksulllar, karanlık ve ilk olarak ayyaşın öyküsü bana Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal'ını da çağrıştırdı.

Modern bir Faust uyarlaması sayılabilecek filmin seçimlerimize ve hayata dair söylediği ilk söz aslında filmin tümünde karşımıza çıkacaktır. Ayyaş adam; Dr. Parnassus'un, içinde aynadan çıkışı da barındıran yüksek ve zorlu yoluyla Mr. Nick'in çölde duran kolayca ulaşılabilecek barı arasında kalır ve kolay olanı seçer, ruhunu kaybeder. Mr. Nick hristiyan mitolojisinde şeytana takılan isimlerden biridir.

Hayaller ile gerçeklik, şeytan ile insan arasındaki bu zıtlık tüm dekora, kostüm seçimlerine, müzik tercihlerine, ışık ve kurguya, form ve noktalam işaretlerine dek tüm seçimlere yansır. Ve bu iki dünya arasındaki çizgiyi kalınlaştırmaya yarar biçimde kullanılır bütün film boyunca...

Film tam bir sinema şöleni...Akla gelebilecek tüm teknikler teknolojinin, efektlerin yardımıyla  anlamlı bir bütün sağlayarak filmin içinde yerini alıyor. Anlatımını güçlendirecek herşey filmin konusu olurken, farklı unsurların kullanımını kolaylaştıran bir senaryoya sahip olması da bu zenginliğin ana faktörü oluyor.

Sadece ayna metaforu ile 4 farklı oyuncu aynı filmde aynı kişiyi seyirciyi irkiltmeden ve koparmadan oynayabiliyor. Filmi yönetmenin Hollywood'a bir eleştirisi olarak da okumak mümkün... Bu durumda Mr Nick stüdyo düzenini yansıtırken Dr. Parnassus gibi elinde sahensinin maketi kalan da  - yaşadıklarından dolayı- Terry Gilliam olabilir. Eğretilemeleri artırabiliriz çünkü çoklu okuma sağlayan metin altı çok güçlü bir filmle karşı karşıyayız. Ben gerçek ve masal arasındaki tezat olarak okuyor ve yönetmenin masalın yanında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim...kaybedeceğini bilerek sanat yapmak...


RENKLİ BİR DÜNYADA

Filmin temel zıtlık alanı olan modern-geleneksel ayrımını yansıtan durumlarda yönetmen farklı kamera açıları ve hareketleri kullanır. Modern dünyada geçen bölümlerde birbirinden farklı, kısa ve yakın planları tercih ederken kimi zaman öznel kamera kullanıyor. At arabasının hareket halinde olduğu durumlarda dışından takip ederek (şaryo, dolly) veya aracın içinden oyuncuları ve çevreyi takip ediyor. Gerçek dünyadayken olabildiğince dar planlar yapıyor yönetmen...Dışarısı daha sıkıştırılmış bir dünya imgesi uyandırıyor. Bu tercihin en önemli nedeni aynanın içi ile dışını ayırmak olarak görülüyor. Böylece izleyici bir anlamda "aynanın" içinde saklı olan güzel dünyaya gitmeyi arzular hale geliyor.

Aynanın içine, sihrin içine,girdiğinizde geniş planlar, daha genel ölçekler sizi bekliyor. Kamerada o sihre kaptırır kendini ve uçmaya başlar, kesintisiz hareketler (crane) yapar, adeta kanatlanmıştır kamera... Dış dünyada yaşanan daralma duygusu gider. Oyuncular daha uzak çekilir. Sizi gerçekliğe bağlayan ip kopmuştur ve bunu kamera tüm özgürlüğü ile size taşır.

Mr. Nick'i  oynayan Tom Waits'in ne kadar etkisi var, bilmiyorum. Ama Terry Gilliam, müzik tercihlerinde de iki dünyayı birbirinden ayırmak için seçimler yapıyor. Araba ve aynanın ön planda olduğu sahnelerde daha kadim ve evrensel tınıları tercih ediyor. Öykünün eskiliği müzikle de vurgulanıyor... Diyaloglar kadar müzik de filmin başrolünde... Sadece müzikle birçok duygu ve durum izleyiciye aktarılıyor... Ayrıca tiyatro, kaçma - kovalamaca sahnelerinde daha tempolu ve eğlenceli tınılar tercih edilmiş...

Ses kullanımında oyuncularını seçerken etkileyici seslere sahip oyuncular seçilmiş. Dr. Parnassus (Christopher Plummer) ve Mr. Nick (Tom Waits) özellikle imaginarium sahenelerinde sadee sesleriyle varlar ve oldukça etkileyiciler... Ayrıca diyaloglarla beraber boşluklarda, sessizlikde başarıyla kullanılmış filmde...
Ses kullanımında başarılı olduğunu filmin sonunda sesler konusunda bir yapaylık veya fazlalık hissi duymamamız da ispatlıyor. Ayrıca filmin soundtrack'i de oldukça ilgi çekici...

Bir kararma ile açılan film sonraki bölümlerde de zaman zaman kararma-açılma kullanıyor. Özellikle öyküde modern yaşama ile Dr. Parnassus'un hayal dünyası arasındaki geçişlerde kararma-açılmaya başvuruluyor. Bir zaman geçişinden çok bir kapı gibi kullanılıyor iki dünya arasında... Duygusal anlarda zincirleme geçişler tercih edilirken, kovalamaca sahnelerinde cut geçişler ile anlatım hızlandırılmış. Duygulara göre noktalama işaretleri tercih edilirken tek bir durumun ve duygunun filmi olmamaış Dr. Parnassus... Film bir üç nokta filmi olmuş en çok da...

Tamamen  dijital bir kurgu söz konusu filmde... Kurgu ile filmin ritmi belirlenilmeye çalışılmış. Ayrıca başrol oyuncusunun ölümü nedeniyle devamlılık açısından oldukça uğraşılmış... Duygu aktarımlarını da tempoyu da doğru planları ve geçişleri tercih ederek başarmış. Esleri de hızı da vermeyi başarmış. Karmaşık bir görsellikten  izlenilir bir film çıkarmış.Doğru planlar seçilmiş. İzleyicinin o anda en çok görmeyi istediği plan bağlanmış. Şaşırtıcı olmayı da başarmış. Hikayenin durduğu bocaladığı yerler de kurgu imdada yetişmiş. Müzik ve ses hem teknik hem de duygusal olarak başarı içinde senkronize edilmiş. Bilgisayar efektleri, sanal bir dünya yaratılması o denli başarılı oluyor ki filmin sonunda siz de arada olmak istiyorsunuz.

Sanat yönetimi ve kostüm dalında 2 oscar adaylığı kazanan film, fantastik bir dünya yaratmak için bilgisayar efektlerinden yararlanıyor. Doğal ortamdan çok bilgisayar dünyasında izlenimi veriyor ama bu filmin ana zıtlığının desteklenmesine deünyaların ayrılığının vurgulanmasını güçlendiriyor. Aynanın içindeki çekişme dekora da yansıyor. Yüksek dağlardan çöllere, bulutlardan, deniz analarına uzanan bir dünya başarıyla oluşturuyor. Duygusal sahneler ise genellikle dış dünyada gerçekleşiyor. Dış dünya ise alabildiğine sıradan... Bu da dekor ile ikilemin yansımasını sağlıyor...

Yatay bir hareketle başlayan film aslında hiçbir forma, şekle ve çizgiye sırtını dayamıyor. Formları eğiyor, büküyor, değiştiriyor, şekiller biçimlerini yitiriyor ve çizgiler gerçek anlamlarını taşımıyor Dr. Parnassus'un dünyasında... Şehir hayatı daha karanlık ve gri tonlarda yansıtılırken, Ayna'nın içinde bir renk cümbüşü yaşanıyor. Tasarım harikası olan filmde Aynanın İçinde (Lewis Carrol'ın Alice Harikalar Diyarında'sının devamı Aynanın İçinde'dir.) Tony bir merdivene tırmanır. Dev fasulye ağacı masalı ile Babil Kulesine göndermeler taşıyor. Ve en önemli sahne işe Dr. Parnassus'un sahnesininbir makete dönüşmesidir. Filmin en başarılı olduğu alanlardan biri olmayı başarıyor dekor...

Adem ile Havva'nın Cenneten kovulmasına yol açan kadim yasak elma hikayesi, Goethe'nin ruhunu şeytana satan Faust öyküsü birleşerek Terry Gilliam'ın imaginariumundan damıtılarak bir hayat eleştirisi ortaya çıkıyor. Tüm Gilliam filmleri gibi izleyici ikiye ayırabilecek bir film bu... Ya seversiniz, ya nefret edersiniz. Ama iki durumda da sinemada dil, biçim ve teknik açısından ve herşeyden önemlisi anlatacak hikayesi olmanın ne demek olduğuna dair bir bilinçle çıkarsınız salondan...

Terry Gillam The End yerine "anlattığım senin hikayen" diye yazabilirmiş...








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder