30 Nisan 2012 Pazartesi

BEYAZ BANT


"Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir."
(Karl Marx / Alman İdeolojisi - Feuerbach s. 24)

Her film sadece bir hikaye anlatmaz, dünyaya dair bir cümle de söyler. "Beyaz Bant" yukarıdaki cümlede, 3 farklı Almanı bir araya getiriyor; İlki 1818 Trier doğumlu Marx, ikincisi 1889 Braunauam Inn (yukarı Avusturya) doğumlu Hitler ile 1942 doğumlu Michael Haneke... Üçüde Marx'ın sözünü ettiği gibi dünyayı farklı farklı yorumladılar ve onu değiştirmeye çalıştılar, çalışıyor Haneke hala... Beyaz Bant tüm filmografisi "şiddet ve tezahürleri" diye nitelenebilecek Haneke'nin son filmi... Film hem tartışmalara yol açtı, hem de Oscar adaylığından, Cannes'da Altın Palmiye zaferine dek birçok başarıya imza attı. Evet, bazı yönetmenler aynı zamanda filozoftur da, Haneke işte o filozof yönetmenlerin en önemlilerinden biridir...


"Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler" yaptığını söyleyen Haneke sineması ile tesadüfen 1997'de "Funny Games" (Ölümcül Oyunlar) adlı filmiyle tanıştım. Şiddetin ironisi denebilecek filmi, müthiş göndermeleri, öyküleme ve sinemasal dile getirdiği farklılıkları ile büyük bir ilgiyle izlemiş, yönetmenin takipçilerinden olmuştum. Sonrasında filmografisine eklediği birçok film oldu. Tarz olarak müthiş bir biçemci (Antonioni / Bergman) olmayan yönetmen, sanki izleyiciyi sarsmak için filmler yapıyor. İzleyicisindeki etkiyi; ki bunda film eleştirmeni, Tv editör-yönetmeni olarak çalışmasının katkısı olduğunu düşünüyorum, daima düşünerek çekmiştir sahnelerini... "Hedef kitle" kaygılı bir ortamdan gelmek Haneke sinemasının; ilk flmlerinden olan "Benny's Video"dan beri izinin takip edilebileceği izleklerinden biri olmuştur. Filmlerinde hemen hemen her zaman TV ile ilgili bir sahne muhakkak bulunur.



Stanley Kubrick bir röportajda: "Şiddet çoğu zaman filmin eylem çatısını sürükler ve ona katkıda bulunur. Naziler hakkında kitapları okuyan insanların sayısı, Birleşmiş Milletler hakkındaki yazıları okuyanlardan çok daha fazladır. Bir öykünün kötü karakterleri, çoğu zaman dürüst, iyi karakterlerden çok daha ilginç gelmektedir" diyerek şiddetin sinemadaki yerini tanımlar.

Bugüne kadar şiddeti betimleyen Haneke "Beyaz Bant" ile birlikte onun kökenine, toplumsal temeline yöneliyor. Bu anlamda "Führer" ve halkının uğursuz ilişkisine , iktidar ile bağımlılığın, terör ve hayranlığın etkileşimine dair bir manifestoya ulaşma çabası oluyor "Beyaz Bant"... Filmin Almanca orjinal adı "Das Weisse Band - Eine Deutche Kindergeschicte" (Beyaz Bant - Bir Alman Çocukluk Öyküsü) herşeyin temelinin atıldığı çocukluk dönemine gidildiğini vurguluyor. Gerçekten de filmin geçtiği 1. Dünya Savaşı öncesi aslında bugünün tüm kavgalarının öncesi olan zamanı işaretliyor. Tüm emperyal kavgaların temelinin atıldığı günler, Zweig'ın "Dünün Dünyası'nda" anlattığı o dünyanın patlamadan önceki son günleri...

Auschwitz'den kurtulan İtalyan yazar Primo Levi aslında olayı özetler cümlesinde: " Canavarlar var, ama tehlikeli olamayacak denli azlar. Asıl tehlikeli olanlar sıradan insanlar."

Haneke'nin Alman kökeni şiddetin kaynağının peşinden gidişi filmi çoğu eleştirmen ve izleyicinin gözünde Nazizmin doğuşunun araştırması gibi kısır bir noktaya itelese de, yönetmen daha evrensel bir cadı kazanını deviriyor.

"İnsanı suç işlemeye iten koşullardır" cümlesine sığınarak 3. Reich'ın çökmesinden bir gün sonra binlerce katil normal vatandaşa dönüştü Almanya'da; işte bu toplu bilinç kaybı suç işleme potansiyeli yönetmeni bir köye yönlendirdi. Aynasını çocuklara ve aslında geçmişten geleceğe de tutmuş oldu.

Günümüz insanının hemen herşeyi TV, medya vb. araçların filtresinden geçirerek deneyimlemesi Haneke filmlerinin teorik altyapısını oluşturur. Kitle iletişim araçları ile hakikate eriştiklerini zannedenler  onun filmlerinin konusu olmuştur.

Modern dünyaya getirdiği bakış tarzı Baudrillard ve Paul Virilio ile benzeşen yönetmen, filozofluk payesini boşuna taşımıyor. Tv döneminde Kafka'nın Şato'sunu filme alması da Haneke'nin hayatımıza dair endişelerinin çok eskiye dayandığını gösteriyor.

Bu yüzdendir ki Haneke filmleri, televizyon görüntüleri, güvenlik monitörleri, kamera kayıtları, bilgisayar oyunları vb.nin yarattığı zihinsel bulanıklık hali kadar, temel iletişim ve anlaşma sistemleri üzerine de bir şeyler söylerler. Gelişmiş iletişim teknolojilerinin çıkmazlarıyla, dilin çıkmazları arasında bir bağ olduğunu sezdirirler.




Haneke filmlerinin temel temalarından söz etmek Beyaz Bant'ı oluşturan görsel dili anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Haneke sinemasında görülen en önemli yanlardan biri yabancılaşmadır. Burjuvanın sıkıntılı hali vizörünün her daim önünde olmuştur. Beyaz Bant daha arketip bir döneme dönüyor. Daha feodal bir toplum var. O yüzden sınıf temsilcilerinin adı söylenmiyor. Onları rahip, doktor, baron olarak tanıyoruz.

Haneke ile aynı coğrafya ve kültürde doğan Marx'ın Feuerbach - Alman İdeolojisi'nde betimlediği dünya bugünü de anlatıyor. "Çağımızın, tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır." Evet, Ezra Pound deyişiyle "teknik içtenliğin yoklamasıdır" ve Haneke teknikle oynayarak yabancılaştırır izleyicisini... Ayrıca aynı anda birçok hikaye ve olay anlatmayı seven parçalı bir anlatım tarzı vardır. Sinemada anlatmaktan çok göstermeyi tercih eder. Sıkıntı, Haneke filmlerinin temel unsurlarındandır.

"Ben kötümser değilim. Kötümser olanlar eğlencelik filmler yapar. İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır." diyen yönetmenin Beyaz Bant'ta ortaya koyduğu görselliğin kodlarını yönetmenin sinemaya bakışını kısaca anlattıktan sonra artık değerlendirebiliriz..




SİYAH-BEYAZ BİR DÜNYA


Haneke filmin formatını belirlerken yaptığı tercihle kotaracağı görsellik konusunda ilk tavrını belirlemiş. Renkli yerine siyah beyaz tercihi ( tüm pahalılığıyla) filmin öncelikle en belirgin görsel yanını oluşturmuş.Siyah-beyaz pelikül tercihi, auteur diye nitelenebilecek yönetmenin TV formatını andıran görselliğinin içinde oldukça farklı bir durum yaratıyor. Siyah - beyaz tercihini açıklarken şunları söylüyor Haneke: "Bu filmi çekerken o dönemde insanların nasıl yaşadığını, nasıl davrandıklarını bildiğimi iddia edemezdim...filmin ele aldığı dönemin kollektif bilinçte siyah/beyaz olarak kaydedilmiş olması bir şans aslında.. Böylece seyircinin filme dahil olması zorlaşmıyor. Öte yandan siyah beyaz görüntü yönetimi stilize haliyle yabancılaştırma efekti görevi de üstleniyor."




Alışageldiğimiz sinema dilinin dışında bir eserle karşı karşıya olduğumuzu pelikül tercihi ile ortaya koyuyor, yönetmen... Ama bunu yaparken; "The Good German"ın 1.37:11 ekran formatı gibi veya Dogville'in yaratıcı bakış açısını getirmiyor. Sadece 40'lı yılların renk tercihini değil film gramerini de kullanıyor.

Film boyunca kurgu, anlatımı destekliyor, geçişler farkedilmiyor bile... Öyle bir görsel çekicilik hakim ki filme, Haneke gibi bir yönetmen, kurguda ve geçişlerde elini oynatmamış. Sadece çekilenler büyük sadelikle birbirine bağlanmış. Bazı eleştirmenlerin dediği gibi en iyi kurgu farkedilmeyendir. Filmin güçlü görselliği ayrıca geçiş cambazlıkları yapılmasına gerek bırakmamış. Cut ve zincirleme geçişlerin sağladığı sadelikle, akan, sıkmayan bir film olmuş. Öyleki film 144 dakika gibi uzun bir sürede bunu başarıyor. Ayrıca ışık-gölge oyunlarıda siyah beyaz film olma vanatajıyla geçişlerde yararlı oluyor yönetmene...

Kendisi TV yönetmenliğinden gelen ve izleyiciyi rahatsız (şok) etmeyi seven Haneke oldukça uslu bir kurgu dili kullanıyor. Filmin ait olduğu zamanın ve öykündüğü 40'lı yıllar film gramerini birebir uygulamaya çalışırken kurguyu da kurgucuyu da farketmiyoruz.Oscar adayı Christian Berger'in plan sekansları hiçbir kesmeye gerek kalmadan anlatılmak istenen her şeyi bir seferde anlatmaya başarıyor.

Burada Haneke'nin anlatmak üzerine söylediği cümleler yol gösterici olacaktır. "TV, görme alışkanlığımızı hızlandırır.Bir şey daha hızlı gösterildikçe, sizin gösterilen şeyi fiziksel gerçeklikte yer kaplayan bir nesne olarak algılama yeteneğiniz azalır. Ve böylece o nesne daha baştan çıkarıcı bir şeye dönüşür. O zaman işaret edilen malı daha çabuk satın alırsınız... Elbette bu tip bir estetik ticari sinemada da üstünlüğü ele geçirmiş durumda... Oysa insan gördüğü şeyi anlamak için zamana ihtiyaç duyar. Günümüz medyası buna izin vermemektedir. Sadece entelektüel bir düzeyde anlamaktan söz etmiyorum, duygusal anlamda da izin vermez."



Kamera kullanımı ders niteliğinde okutulabilecek film, bir görsellik harikası... İnanılmaz kamera hareketleri yok filmde... Tutarlı, planlı genelde küçük yavaş hareketlerle kurguya gerek kalmadan kaydırmalarla, pan veya tiltle konudan konuya geçmeyi başarıyor film... Filmde son yılların en iyi plan-sekans sahneleri yer alıyor. 1. Dünya Savaşı'nın çıkışı ile biten suçluyu arama faaliyetini anlatırken, Protestan Köy'ün geleneksel devamlılığına da plan sekansların süreğenliğiyle göndermeler yapılıyor...

Film bir hiyerarşi- feodal yapı öyküsü..Bu nedenle gücü temsil edenler daha ferah , daha üst açılarla yansıtılırken, çocuklar, otorite karşısında ezilenler daha sıkışık daha alt açılarla yansıtılıyor. Ayrıca doğa, sokak, dış mekanlar söz konusu olduğunda daha geniş açılar tercih edilirken, ev söz konusu olduğunda sıkışıklık duygusunu verecek açılar tercih ediliyor. Yemek sahneleri kişilerin sınıfsal durumlarını da yansıtıyor.

Haneke'nin Beyaz Bant'ı filmografisinin, en biçimci, en stilize filmi olmayı başarıyor. Bergman filmlerini hatırlatan, film noir'den 40'ların estetize işlerine uzanan bir genişlikte insanda çağrışımlara yol açıyor. Beyaz kurdelanın allegorik yapısından köyün içinde toplu geziler yapan çocukların yüzlerinden yansıyan ruh halinin verilişi genelden yakına uzanan kadrajlar hiçbir fazlalık duygusu yaratmıyor.Hikayenin lokallikten zaman ilerledikçe daha genel bir duruma dönüşmesini ölçeklerin genişlemesinden de takip edebiliyoruz. Şiddet tarihçesinde köy bir metafora ve prototipe dönüşüyor böylece...1940'lı yılların o sansürcü anlayışının da birebir taklit edildiğini görüyoruz. Şiddet, seks ve rahatsız edici sahneler özellikle gösterilmiyor. Bu ölçeklendirmeden de amacın şiddeti sergilemek değil nedenleri üzerine düşünmek olduğunu anlıyoruz.

Kamera kullanımını öyle rafine ve başarıyla kotarmış ki korku gerilim türünün sınırlarında gezinip dramatik bir film çekmeyi başarmış.Finalde giderek uzaklaşan görüntüler öylesine sakin ve pastoral ki, daha önce tanık olduklarımızın doğruluğundan şüphe etmenizi sağlıyor. Dışarısının evlerden daha güvenli olduğunu da çekim ölçekleri oldukça başarıyla biçimlendiriyor.

Filmin siyah beyaz olması birçok dertten yönetmeni kurtarsa da sanat yönetmeni sayesinde oldukça başarıyla yaşanan dönem canlandırılıyor.Film, aksesuarların - filme adını veren- bu kadar önemli olduğu nadir yapımlardan biri olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Beyaz bant masumiyetten şiddete uzanan yolda filmin temel metaforu olmayı başarıyor. İç mekan ve dış mekan düzenlemeleri çok başarılı, hiyerarşiyi olduğu gibi yansıtmayı başarıyor.Örneğin kilisede güçlüler önde otururken güçsüzler gerideler ve aralarında kilisenin tahta dikmeleri var. Bu iki taraf arasındaki efendi - köle ilişkisinin bir mahkumiyet olduğunu da vurguluyor. Anlatımın başarısında bu detaylar da büyük önem taşıyor.

Makyaj ve kostüm kullanımını da siyah beyaz tercih işleri kolaylaştırıyor. Makyajlar genellikle ruh durumlarına göre beyazlığın artışı veya azalışı şeklinde görülürken özellikle çocukalrda başarıyla uygulanıyor. Kostümlerde dönemi yansıtmayı başarıyor.

Film bir aydınlatma klasiği olmayı hakediyor. Chirascouro'nun bir çok güzel örneği sahneleri süslerken, doğal ışık kaynakları iç mekanlarda derinlikli çerçeveler yaratılmasını sağlıyor. Ayrıca dış mekanda kar olağanüstü bir etki yaratıyor ki Yurttaş Kane'de Welles de karı kullanır. Yüksek ve düşük kontrast şovuı olarak nitelenecek film bir nevi estetik harikası olmayı başarıyor.

Filmin siyah beyaz oluşu diğer renklerin yerini siyahın tonlarının almasını sağlarken yönetmen göstermek istemediği yerleri karanlıkta bırakarak farklı bir yöntem izliyor. Filmin içindeki oral seks sahnesinde karanlıkta bırakarak göstermemeyi düşünen yönetmen tonları kullanarak hiyerarşik bir yapının anlatımını güçlendirmeyi başarıyor. Neredeyse kusursuz bir resim sanatı hakim film boyunca... "Third Man", Yurttaş Kane" tadında bir sinema filmi ortaya çıkmış...

Filmde ayrıca renkler değil müzik de yok... Müziğe sadece doğal ses olarak (piyano vb. kullanılırken) rastlıyoruz. O yüzden ses olarak, doğal sesler ve sessizlik ön planda...Karakterlerin çok fazla konuştuğu bir film değil Beyaz Bant... Bunun yerine bir anlatıcı var. Olayları iç ses bağlıyor birbirine... Ses aynı zamanda olan biteni göstermediğinde yönetmen, tanımlayıcı olarak kullanıyor... çocukların dayak yediğini seslerden anlıyoruz.. Müziğin boşluğu alışınca hissedilmiyor. Ses açısından da oldukça başarılı olan film sınıfı geçiyor. Yönetmen özellikle anlatıcının, biçimi ve varlığıyla seyirciye izlediği şeyin gerçek değil, yapay olduğunu hatırlatmayı hedeflediğini söylüyor.

Filmdeki sıkıntılı hava dikine çizgilerle, dar perspektiflerle dengesiz resimlerle güçlendiriliyor. Her karede  derinlik duygusu sizi bırakmıyor. Bunda ışık - gölge aydınlatmasının büyük katkısı var. İçerde yemek masası, kapalı pencere, koridor gibi yerlere sıkışan çizgisel perspektif seyirciyi daraltırken , dışarı çıkınca atmosferik perspektif ile izleyici rahatlıyor...



Sonuçta izleyicisini pek rahatlatmayı sevmeyen bir yönetmen olan Haneke şiddete  dair bir senfoni sunuyor. İçinde ister politik, ister dinsel kaynaklı olsun, terörizmin, şiddetin nasıl doğduğuna dair - aklımıza sadece naziler gelmesin- bir araştırma sunuyor. Başarılı oyuncu seçimleriyle bizi inandırmayı başarıyor. Kendi klasik anlatımının dışına çıkarak başka bir şiddet öyküsü anlatmayı başarıyor Haneke...

Çocukların suçlu göründüğü, kapalı bir toplumda geçen, bir an polisiye havasına bürünen film modern zamanlara dair bir soru souyor aslında...Sizin de beyaz kurdelanız yok mu?

" Sizlere huzursuz seyirler dilerim" Michael Haneke




25 Nisan 2012 Çarşamba

"AYRILSAK DA BERABERİZ"

(Eski defterlerden)




"İki büyük ruh, aşk ya da dostlukla birbirine bağlanınca, bu iki dostun ya da sevgilinin, dönüp dönüp birbirine bağlanmasına insanlar sebep olur"
                                                                     (Le Cousin Pons'dan - Honore de Balzac)

Yazmak istemiyordum sana ama bir biçimde dönüp dolaşıp sana geliyorum... bak yine yazıyorum...
Sen her ne kadar uyumadığını iddia etsende, uyudun... ve ben seni seyrettim... Hayata karşı ayakta kalmak için takındığın tüm tavırlar, çizgiler, maskeler kaybolmuştu yüzünde... Seni ilk kez sen olarak gözlerimle gördüm... ve derin bir acıyla sırtımı döndüm... Bir Haydar Ergülen mısrası yakaladı o anda beni:

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
 göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır."

uzun zamandır aramızdaki mesafeleri hesaplıyorum...matematik bir ifadeyle aramıza giren mesafeler var... ama benim anlattığım mesafe üç boyutlu dünyamızın da, cebirin de , geometrinin de ötesinde... belki bir yıldızın başka bir yıldıza uzaklığı veya bir galaksinin başka bir galaksiye olan uzaklığı  anlatabilir bu mesafeyi..

bu kadar uzakken, 10'un sağ üstüne yazılan küçük sayılarla ifade edilecek kadar uzakken, yokoluşumu bile milyarlarca yıl sonra farkedebilecek olan sana; neden yazıyorum?...

inan ki bilmiyorum...

şimdi sen benim yine "gitme"ye dair yazdığımı düşüneceksin... sadece neden bir araya gelemediğimizi ve neden birbirimizden kopamadığımızı anlama çabası bu yazı....

"başından beri yapmak istediğin tek şey buydu. gitmek! gelmeyi çok sonra istedin. bir adım geldin ama gitmek hep on adım önde oldu. ne diyebilirim ki... seni anladım"

böyle yazmıştın aramızdaki mesafeleri... bana bağladın herşeyi!

ben bildim sadece iki yıldızın bir araya gelemeyeceğini...iki galaksi bir araya gelemez...evet, çarpışırlar..ve yok olurlar... ben çarpışmaktan korktum...ve aşkınla bir göktaşına dönüştüm...Gelip sende kaybolmak istedim, ama sen beni tanımadın... şimdi evrende yapayalnız, dolanıyorum... ve ışığına bakıyorum...

Aşkın hüsn'e ulaşabilmesi için kimya gerek diyen Şeyh Galib'e bir ek, bu yazı: kimyanın yanına fizik ekleyen.... maddenin temelindeki eksik parçaları arıyor bilim adamları; Graviton ve Higgs bozonu... biri yerçekiminden diğeri kütleden sorumlu... aşk neden yerçekimini etkiler neden hafiflersin anla diye anlatıyorum bunları...sana mı kendime mi bilmesemde....anlattığım... evrenin yüzde 4'ü bildiğimiz maddelerden ibaret gerisi karanlık maddde... bizim ilişkimizin bilinen yanları hep daha az oldu... o yüzden evrene benziyoruz biz de...onun kadar merak uyandırıcı ve anlaşılması güç...

Tek bildiğim; bunca bilimsel ukalalığın arasında tek güvendiğim teori, süpersimetri (sussy) teorisi... her bilinen parçacığın bir benzeş (yansıması) parçası olduğunu ileri süren teori... aşkın teorisi gibi...

Süpersimetri'm; sen hep şefkatli oldun bana... yüreğimi yaralayacak kadar şefkatliydin... ve ben hiç olmadığım kadar hırçın...

" İki insan ayrılırken, şefkatli konuşan taraf aşık olmayan taraftır." (Marcel Proust)


19 Nisan 2012 Perşembe

İKİ KALP





"iki kalp bağışla bana
  iki kış
  hiç durmadan yağsın kar" Çiğdem Sezer

uzaktasın... elini tutamayacağım, gözlerine bakamayacağım kadar uzakta... gökyüzü dışında fazlaca ortak bir yan yok aramızda... aynı aya bakıyoruz, aynı güneşin altında yürüyoruz... aynı lodosta saçlarımız uçuşuyor... ve aynı yağmur düşüyor penceremize... gerisi başka yaşamlar... insanlar başka başka... yüzler ve ruhlar bambaşka...

ne kadar uzakta olursan ol burada bir konukevi kalbim sana... geçmişimizdeki konukevleri kadar gerçek... seni bekleyecek hep beklediği gibi... sen arada sırada uğrayacaksın... bazen bir sözle, bazen bir tebessümle... mevsimler geçecek, yaşlanmaya ve  hayattan umutlarımızı azaltmaya devam edeceğiz... geçmiş denen şeyi hatırladıkça acı bir tat düğümlenecek boğazımızda... keşkeler birbirini kovalayacak... ama ne kadar çok keşke girse de aramıza orada kalmaya devam edeceksin...

kalbim ilk evsahibin, sen ilk konuğusun ve son... yoksa biliyorum bende; "zordur paslı bir kilide anahtar olmak..."


"iki kalp bağışla bana
-yeter ki-
hem çırağım hem usta

buradan bakınca sır
ordan bakınca ayna"Çiğdem Sezer



14 Nisan 2012 Cumartesi

EĞER

-2000 yılı yazılarından (bloknot)




Herkesin, yağmurlu bir günde, koşarak terkettiği, "o yerde" hala durabiliyorsan...

Yanından geçerken duduğun "şadırvandaki sesle" irkilip bekliyorsan, 

o seste kaybolup gidiyorsan... 

Bir sararmış yaprakla mutlu olabiliyorsan... 

Gönlündeki ümidi tüm kötülüklere karşın hala koruyabiliyorsan...

Ya Rab! Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor diye seslenen şairin anlattığı dünyevi cehennemde, 

battığında, bir güneş olabilmek için bekleyen biriysen..

eğer....

bil ki "okunduğu gibi yazılmıyor hayat"...

GECE (2)

-2000 yılı yazılarından (bloknot)




Köpek sesleridir gecenin musikisini oluşturan...

...ve bir de rüzgardır ona ruh veren...

Elbette ağaçlar da bu gece senfonisinde

yerini almıştır...

Rüzgarın her uğultusu, zamanın pencereme

vurduğu geçmişin tıklamalarıdır sanki...

Gece, rüzgar.... ve sen!

Sen şimdilerde, yalnızca rüzgarlı bir

gecede beni ziyaret eden hayaletimsin...

Uykulu gözlerim ve zihnimle tüm seslerin

uyuduğu bu saatlerde senin sesini duyar.... Seni görürüm...

Sen belki en güzel rüyalarla koyun koyuna

yatarken, ben... En acı rüzgarlara penceremin

önünde göğüs germedeyim...

Gecenin tüm seslerini karşısına almış bu

yürekten bihabersin...

Ve ben bunu bir türlü anlatamam sana...

Aslında her gece rüzgara fısıldarım tüm

hislerimi ama rüzgar senin pencerene ulaştığında

artık o ses benim sesim değildir...

ve zaten senin ruhun da uyanana dek

orada da değildir...

o yüzden hiç bilemedin beni... Sen

beni bilseydin, benim seni bilmemden

öteye geçebilirdin... En azından pencereni

açabilirdin sesimi taşıyan rüzgara...


Hangi rüzgarlar ulaşır pencerene, bilmiyorum...

Kuzey rüzgarlarıdır muhakkak, bir kuzeylinin sözlerini taşıyan...



GECE (1)

-2000 yılı yazılarından (bloknot)


Gece... Rüzgar var camın hemen dışında... Kimbilir kimlerden çaldığı sesleri anlaşılmaz bir uğultu halinde taşıyor pencereme. Hani biraz daha küçük olsam korkacağım gecenin bu seslerinden... Ama korkmayacak kadar büyüdüm ve büyüdüğüm için kaybettiğim onca şeyden sadece biri bu...

Gecenin sesleri ne kadar çok... Aslında çok olan gecenin sesleri değil... Onları boğan başka sesler olmadığı için duyuyoruz onları... Mesela biraz önceki ses üstünde gün boyu insanları taşıyan kanepenin yaylarının ferahlama sesiydi... Ya şimdi duyduğum ses?

Geceleri hiç konuşmayanlar konuşmaya mı başlar? Yoksa gündüz yorgunu kulaklarımız ancak geceleri mi duyar o sesleri? Nedir bu seslerin anlamı? Rüzgar kime seslenir... Hangimizin haykırışı, sevgi sözcüğü, nefreti, bir nefeste çıkıverip rüzgara karışmıştır?... Duyması gereken kulaklara bir uğultu gibi ulaşmıştır?

Esen rüzgar, dalların hışırtısı arada sırada yoldan geçen arabaların sesleri... ve köpek sesleri... Kime ya da neye havlarlar? Hangi görünmez ruhlardır onları rahatsız eden! Şimdi sokaklar onların, insanlar uyanana dek... Sonra onlar uyuyacak, yorgunca gelişigüzel uzanmış göreceğiz yol kenarlarında köpekleri..

Şehrin iki sahibi vardır; gündüzler insanların, geceler köpeklerin... Köpekler insanlardan bile önce kentli olmuştur belki de...

Kentlerin iki yüzlülüğünü sevmiyorum... Ama geceler gene de daha dürüst... En azından gece; rüyalarında gündüz işleyeceği suçların rüyasını gören insanlar yok...

Köpekler ve insanlar... İki aynı ruh....

Kediler neredeler peki?




12 Nisan 2012 Perşembe

KINAYA, TAVUKLARA, TREN İSTASYONLARINA...


(Nightwish - The Escapist eşliğinde okunmalı)*




"ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım" 

(Haydar Ergülen - Kuzguncuk Oteli şiirinden)

Aklımda yarım yarım cümleler var. Hangisini tamamlamaya kalksam diğerini yitiriyorum... Ümitlerimiz tavuklara benziyor, her akşam başını sokacak bir kümesin hayaliyle  dolaşan... Sonra kuş gribi diyerek, virüs bulaşsada bulaşmasada, yokedilecek tavuklar gibi umutlarımız... Planlayabildiğimiz hiçbir şey yok hayatta... 

Yazgı denen şey avucumuzdaki kına... Kına silikleştikçe izlerde kayboluyor... Hintliler,  kaderin en fazla farkında olanlar, ellerindeki kınalarla ve yaşamlarında kabullendikleri kastlarla... Ama engel değil hiçbir şey kadere ve yanmaya... 




Bazen kendinden kaçar insan en derinine saklanır, öyle zamanlarda Enveriye istasyonu gelir aklıma... Gelmesi muhtemel, gecikmesi kesin, İç Anadolu Mavi trenini beklediğim o saatler... Gecenin 3:00'ünde gelecek tren 06:00'dan önce hareket etmez... Ama bunu bilirsin ve beklersin, geç gidemezsin, trenin gecikeceğini bile bile... Yazgı denen şey budur en çok; başına gelecek olanları bilerek yaşamak... Taamüden cinayete, Marquez'in Kırmızı Pazartesi'sine benzer, nefes alıp vermek... Küçük ümitler vardır tavuklara benzeyen... Ama her tavuk bilir akıbetini insandan daha fazla...





"sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun
ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım" (Haydar Ergülen - Kuzguncuk Oteli şiirinden)

Yaşamda aşkın olduğu anlarda, zaman ve mekan değişir yalnızca... Herhangi bir fotoğrafa uyguladığın efektir aşk... Güneş ışığında başka bir ışıkla görür olabilmektir... Keskinlikler kaybolur, gölgelerle aydınlığın sınırları belirginleşir... Aşk değil yalnızca hatırası, hayali veya gölgesi bile yeter dengeleri bozmaya... Uzaktan uzağa dağ çileklerinin ve yağmurun kokusu gelir, aşktan sonra bile, hep o kokuyu ararsın... 

kınalı bir el, 
geçen günler...
kaçan trenler...
tavuklar...
küçük buzağılar...
umutlar...

hepsini birbirine bağlayan ben...

beni zamana bağlayan iplerse ne kadar gevşek...



"kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden" 

(Haydar Ergülen - Kuzguncuk Oteli şiirinden)

                                                         *Nightwish - The Escapist