14 Kasım 2009 Cumartesi

deniz kenarında

Başlangıçlar mıdır zor olan sonlar mı? İnan bilmiyorum hiç anlayamadım bunu…aşkı ne zamandır kırmızı bir odada, kırmızı koltuklarda ve karanlıkta ayrı ayrı otururken; duvardaki perdeden yansıyan, kaçırılmış hayatların filmlerini seyretmeye benzetiyorum… hani gözlerini görmeden sadece yan koltukta oturan seni hissetmek konuşmak ve öylece hayata bakıvermek.. kendimizi dışarıda tutarak.. içinde biz yokmuşuz gibi..başkalarının hayatına bakıp kendi hayatımıza bakamamak, belki de bakmaktan kaçmak bu…ama bu esriklik hali bu kaçış sadece bir film uzunluğunda işte..kendimizi en uzun filmleri seçerken yakalayıveririz belki de…biteceğini bilerek…en uzun filmler bile biter diyerek…ama gene de onlara sığınarak..karanlıkta dış dünyanın seslerinden uzakta ve rollerimizden bizi biz yapan her şeyden uzakta bir çeşit çıplaklıkla kalmak için sığınak olur bize…sinema, şiir, roman sadece var olan bize verilen hayatların dışına çıkmak için bir araca dönüşüverir bazen…işte öyle anlardan biriydi aşk da..bir senaryo çalışması yapmaktı b,ir asmalın senaryosunu birlikte yazmak belki de.. bazen karanlık bir gecede rüzgarlı bir havada deniz kenarında seninle yürümek geliyor içimden tepede dolunay varken…kim vampir olacak, saatler 12’yi vurduğunda, tedirginliğiyle birlikte, öylece yürümek ve konuşmak.. uzun uzadıya konuşmak bizi bu kadar az şey paylaşmışken bu kadar tanıdık ve aşina kılan şeyleri çözerek çözmeye çabalayarak konuşmak…belki diyorum tasavvufta anlatılan kalu bela’dan bu tanışıklık..Tanrı rabbiniz kim diye sorduğunda sensin diyen gelmiş ve gelecek tüm ruhlar bir aradayken bir söz verme anı yaşanırken; yanımdaki ruhsun belki de..ruhların yemin töreninden mi bu tanışıklık, bu aşinalık…bir şeylere dokunmak istiyorum kelimelerimle…duyumsamak varlığını.. olmadığını bile bile…atlatılamayacak bu eksiklik duygusuyla…bazen her şey o kadar hızlı yaşanır ki hani süreçler duvarlar bu hıza dayanamaz ya…sanırım bazı zamanlarda o duvarların ve süreçlerin kalkanların bir an önce yıkılmasını dilerken yakalıyorum kendimi.. bir anda bir mucize olsun ve gel densin…ama o gel’in aynı zamnda git olduğunu hissediyorum da..kaybetmeye başlamanın başlangıcı..ve ruhum cenneti özlerken cennetten ceheneneme geçmek o kadar kolayken arafta ıstırap içinde kalmayı tercih ediyorum..temkinlilik hayat denen koca acıdan miras sanırım bizlere…müphem bir aşk bu…belki daha çok delicesine sevebileceğini fark edip kendini korkutmak…ve seni de elbette…engeller o kadar çok ki… ama aslında gel kelimesiyle aşılabilecek kadar da basitmiş gibi duruyorken…dün gece kolera günlerinde aşkı izledim..hayatının aşkına ulaşmak için 53 yıl bekleyen ve bu süreyi aşmak için 622 kadınla yatan bir adamın öyküsü…kadın onu sen bir hayaletsin diyerek terk eder… sen görünmüyorsun der ona siliksin der…ki bu cümleleri duymak için 2 yıl bekler adam bakir kalarak..ama görünür olanı tercih eder kadın..sonra adam unutmak ister…bir adam ona sorar..neden kadınlar seni bu kadar çok seviyor der..o da onlara hiç derin görünmüyorum der çok boş görünüyorum, sevgiye ihtiyacım varmış gibi görünüyorum der…ve bunu bana verirler bana yardım ettiklerini sanarak… anlatılan tüm hikayeler aslında kavuşana dek dir ya da ayrılana dek…ama kavuşulduktan sonrası bir bilinmezliktir…bu belirsizliktir belki de verdiğimiz kurbanların sorumlusu ya da kurban oluşumuzun…

orası kaçırılmış hayatlar sineması ya da ıskalanmış mı demeli? Ve aşk tam da sen orada öylece otururken ve ben yan kanepede otururken içimden kocaman bir ses git yanına otur derken, ya da bir bankta sen otururken seni öpmemi haykıran o sesle savaşmaktır…ve aşk o savaşı keybedince başlayan şeydir..başladığında bitendir de aynı zamanda…

beklemeye devam edecek ruhum sizi o odada…deniz kenarında….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder