Yağmur bizi hiç terk etmedi…
Yıllarca beklediğimiz şeylere şöylece bir bakıp geçtiğimiz
zamanlar vardır. Aslında hep gizlice hayallerimizi süslemiştir ama
karşımıza çıktığında en yabancısı oluveririz, en istemeyeni… Gerçeğe
tutunmayı seçeriz, her şey gerçekten yanadır çünkü. Tam da Salinger’in Seymour
An Introduction’da anlattığı durumdur bu: “ancak aşırı olan şeyler daima
rizikoludur ve normal olarak da düpedüz muzırdır ve birinci sınıf şiir hakkında
en iyi bildiklerimizi aşıyor gibi görünen herhangi bir şiirle uzun süreli
temasın tehlikeleri de müthiştir."
Hayat dediğimiz şey en az koyunların hayatı kadar tehlikelidir.
Her an bir kasap, aç biri veya bir kurt sizi yiyebilir. Gene de bir kuzu kadar
insanı mutlu edebilecek şeyler bu hayatta o kadar az ki… Bu kadar korkunç bir
kaderin beklediği o kuzunun verdiği mutluluğu, boynumuzda gerçekliğin
ağırlığıyla dolaşırken sevdiğimiz şeyler için de taşırız. Büyümek biraz da
midende kocaman bir taşla yaşamanın adıdır da…
Dışımızdaki mesafelere zaten bir şey yapamazken içimize de
mesafeler koymamız gerektiği hissettirilir hayat tarafından. Yaşamak sevdiğimiz
her şeyi yadsımamızın adı olur bir gün…
Büyülere inanarak başladığımız bu hayatta bir süre sonra büyü
de neymiş idrakine varırız, çocukluktan çıkıverdiğimiz anda… Gerçi şimdiki
çocuklar o büyünün hiç farkında olmadan büyüyorlar. İşte her şey bir Kafka romanı gibi akıp
giderken, Grimm masalına dönüşemese de Calvino anlatısına dönüşüverir. Bütün
okuduğumuz şiirler, öyküler, romanlar, izlediğimiz filmler ve dinlediğimiz
şarkılar işte o büyülü anı yanlış zamanda tekrar bulan yetişkinlerin
anlattıklarıdır. Öyle anlarda, bu bazen bir mevsimdir, bazen gecedir, bazen bir
sevdadır, bazen acziyetin farkındalığıdır, ölümün yakınlığıdır, bir kuzunun
melemesidir veya bir çocuğun tebessümüdür. İşte öyle anlarda böyle olmamalıydı
deriz kendimize, kimsenin duymadığından emin olmaya çalışarak… Ama gariplik şu
ki gerçeklik rüyayı boğmak için tetiktedir. Sen kalabalıkta kulaklığından müzik
dinlediğini zannederken sesi herkesin duyduğunu fark ettiğin o andaki histir,
hayalin gerçekliğe yakalanma anı da... kimi kınayarak bakar, kimi kızgınca kimi
güzel şarkıymış diye… İçindeki panik geçmez ama hiçbir şeyin gizli kalmadığını
bir kez daha anlarsın… Dünyanın çok kalabalık olduğunu bir kez daha fark edersin…
Yalnız kalamadığını ve bunun verdiği sızıyı kalbinde duyumsarsın…
Marquez’in “Boğulanların En Yakışıklısı” adlı öyküsünde
anlattığı durumu ve bu duruma karşı hayatın aldığı tavrı anlatıyorum belki de. İnan
ben de bilmiyorum neyi anlattığımı. Sahile vuran yakışıklı ve ölü bir erkek bedeninin
bir köyü yeniden yeşertmesi üstüne bir hikaye o. Sahillerine vurduğumuz
insanların hayatlarını yeşertirken aslında birer ölü olduğumuzu çoğu zaman fark
etmiyoruz bile.. Ancak ölüyken bir şeyler anlatabiliriz birbirimize çünkü.
Sinemada tanışan iki kişinin öyküsünü anlatır Heinrich Böll,
bir hikayesinde; otel odasına kadar sürüklenip sadece ellerinin birbirine
değdiği, çay içip ayrılan iki insan, sonunda
gerçeğin kazandığı. “Tanrı aşkına ne kadar çok yakınıyorsun, otur yanıma”
sözleri kalır boşlukta geriye…
Bir başka öyküsünde evli bir Nazi askeriyle evli bir kadının
savaş sırasındaki yakınlaşmasını anlatır. Sadece bir gece sürer her şey. Seviştikten
sonra ayrılırken kadın adama şunları söyler: “…sakın üzülme. Bizi seven üç
kişi: Tanrı, senin karın ve benim kocam bizi bağışlayacaklardır.” Kadın o büyünün
Tanrısallığına inanır, gerçeklik ona bunu açıklayamaz çünkü. Heinrich Böll rastlantıya
o insanı hiç olmadık yerlerde yakalayan büyüye inanır çünkü. Çocukken
bulduğumuz sonra bir ömür aradığımız o büyü… Sizi bazen sinema koltuğunda
buluverir bazen can havliyle düşman askerlerinden kaçarken sığındığınız evde… O
yüzden değil mi herkes gerçek ve mükemmel hayatlarından sıyrılıp her gece
başkalarının hikayelerini izlemek için televizyonlarının
karşısına geçiveriyor.
Anlatacak çok şey var belki o büyülü anları bulduğunda onu
uzatmak için… Galiba o anların kısalığı ve geçiciliği sayesinde insan bu
dünyanın dışında bir cennet olduğuna inanıyor. O kısacık anlar sayesinde hala
nefes alıp verebiliyoruz.
Galiba şöyle bir şeydi başımıza gelenler: “ Tıpkı bir
yamacın eteğinde duran ve çığın üstlerine doğru yuvarlandığını gören insanlar
gibi birbirimizin yüzüne bakıyorduk yalnızca.” Heinrich Böll
Ve yağmur hala yağıyor…
☔️
YanıtlaSil