“Işık beni rahatsız ettiği için en parlak saatlerimi onları
karartmak için harcıyorum” Boris Vian (Günlerin Köpüğü’nden)
Bugün ilginç bir haber okudum. İnsan dünyasında artık pek
rastlanılmayan bir durum aktarılıyordu.
Bayburt’ta bir leylek tam 12 yıldır göç etmiyor, eksi 30 dereceleri bulan
soğuklara rağmen bulunduğu yeri terk etmiyordu.
Çünkü leylek 12 yıl önce yaşadıkları caminin hemen yanındaki trafoda
eşini kaybetmiş. O günden sonra orayı hiç terketmemiş. Sadakat adına
öğrenecek ne kadar çok şey var diye bir
cümle kurmayacağım çünkü bazı şeylerin öğrenilerek kazanıldığını düşünmüyorum.
*
*
*
Dirseği oyun oynarken düşüp kanayan küçük kız… O küçük ama
ilk anda can yakan yara , kanadığı için vücudundan çıkan o kırmızı sıvıyla
birlikte 4,5 yaşındaki küçük kız yüreğini dehşete düşüren olay… Büyük gözüyle
neredeyse küçücük bir yara… Önce yara bandını çıkarmak istemeyen kolunu hep
yukarıda tutmaya çalışan (oyunların heyecanı veya uyku nedeniyle dirseği
unutan) küçük kız, 3 günde bir yara bantlarının değişimine izin veriyor. Tam 10
gün o küçük yaranın iyileştiği gerçeğini kabul etmiyor küçük kız…
Bizler hangi yaralarımızı saklıyoruz, gizlice aynadan
kontrol ediyoruz… Sanki yaralanmamış gibi yapan büyükler, o küçük çocuk
kalplerimizle hangi anımızda hatırlıyoruz yaralarımızı…
*
*
*
“Weltschmerz”, Alberto Manguel’in “Okuma Günlüğü” adlı
kitabında denk geldim bu kavrama… Dünya acısı, dünya bıkkınlığı anlamına
geliyor… Bu kavram Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’nı hatırlattı bana. Ve içinde
sıkıntı olan tüm o kitapları, filmleri… Anlatmak için yaşamak gerek ve bu
yaşamın dünyanın bıkkınlığından izler taşıması gerekir.
Uçakları ve ayı izleyebildiğim bir pencerem var, eğer
istersen denize demir atmış gemileri de seyredebilirsin… Dolunay zamanlarında
aklıma gelirse, kafamı gökyüzüne kaldırabilecek gibiysem yani, o odada
uzanırım. Aydan gelen ışık odanın içine yansırken ben aya bakarak uyku ülkesine doğru uçuveririm. Peter Pan
bile zorlasam gelecek gibi olur o odaya… Sihirlidir o oda, dışarıdan bakınca
sıradan perdeler ve tüller gördüğünüze bakmayın her pencerenin dışarıdan nasıl göründüğü
değil neyi gördüğüdür önemli olan…
Her gün doğan ve batan güneş, esen rüzgar, yağan yağmur,
kuşlar, kısacası dünyanın insanlar dışında kalan tamamı değildir Weltschmerz’in
sebebi… Bizim birbirimizle olan ilişkilerimizdir dünyayı acı kılan, dünyadan
bıktıran, güneşi rüzgarı ve yağmuru hiç farketmez kılan…
Sadece başlangıçlardan, sadece ortasından veya sadece sondan
ibaret onlarca iletişim… Hepsinin verdiği onlarca his… Bazılarının başladığını,
yürüdüğünü ve bittiğini gördüğümüzde olur. Bitmişken başlayan ve başlarken
bitenleri de…
O sihirli odayı hatırlamama izin verildiği zamanlarda,
weltschmerz’den gözlerim açıkken kurtulduğum o nadir dakikalarda; saydığım
uçaklar, içinde neler olup bittiğini merak ettiğim gemiler, yaşamımın ayda
nasıl olacağını düşündüğüm o anlarda eğer gözlerimi yumup yumuşacık bir biçimde
düşler ülkesine gidebiliyorsam senin hiç de uzakta olmadığını bilmemdendir.
Aynı ayın altındayız biz… Üstümüzde kosmozdan bir
battaniyeyle..
Manguel, Dickens’ın Zor Zamanlar’ından bir alıntı yapar: “
‘Acın var mı, anneciğim?’ ‘Acı odanın içinde bir yerde,’ diye cevap verir Bayan
Grandgrind, ‘ama kesinlikle acım var diyemiyorum.”